Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın zihninde oldukça net olduğunu tahmin edebileceğimiz, Türkiye'nin ne olması gerektiğine dair bir fikri olduğu anlaşılıyor. Bunun bir "İslami" fikir olduğu da besbelli. Yani, modelini İslam tarihinden alan bir "vizyon"u var. Bunun içinde "Bu da Erdoğan'ın kendi yorumu" denebilir bir şeyler olması kaçınılmaz, çünkü bu gibi konular her zaman yorum gerektirir. Önemli olan, bunları düşünen kişinin başını sonunu kendince tanımlayabildiği bir "vizyon" olması.
Örneğin İstanbul Sözleşmesi tartışmasında "Kendin bunu üretmişsin. Şimdi niye reddediyorsun?" diye soruluyor. Böyle bir soruyu herhangi birine sormak geçerli olurdu. Sorunun muhatabı buna tutarlı bir cevap bulma gereği duyardı. Erdoğan için böyle bir durum yok. "O öyle bir taktiğin bir parçasıydı. Şimdi başka bir planı yürürlüğe koymaktayız" der ve yürür—ayrıca, bu yeni (ve sahici) planı bir an önce gerçekleştirmek istediği için hızlı da yürür.
Türkiye belirli bir yörüngede ilerlemeye karar vermiş, dikkatini burada yoğunlaştırmış bir ülke, Erdoğan ve AKP de bu aşamada bu misyonu devam ettirmek üzere halktan "OK" işareti almış bir iktidar değil. Türkiye'nin nasıl değişmesi (ya da değişmemesi) gerektiği Batılılaşma süreciyle aynı anda başladı ve henüz bitmedi. AKP iktidarı o başlangıç anından itibaren "Hayır, böyle olmaz!" diyenlerin partisinin iktidarı. Yani bir süreci devam ettirmek üzere değil, onu sona erdirmek ve başkasını başlatmak üzere kurulmuş bir parti. Bu ülkenin seçmenleri de bunu bilerek ya da bilmeyerek oylarını vermiş ve bu iktidarı gerçekleştirmiş.
Tayyip Erdoğan'a göre bugün bu şekilde varolan Türkiye "olması gereken" değil, "değişmesi gereken" Türkiye. Dolayısıyla o, kararlarını, kendi zihninde "olması gereken" Türkiye'ye göre veriyor. Bu nedenle onun kararları ve uygulamaları "varolana" göre yasadışı, çoğu resmen suç. Ama bu durum Erdoğan'ı tedirgin etmiyor, çünkü o zaten bunu değiştirmeye kararlı.
Suç sayılacak bu kararları bilerek veriyor. Ortada "yanlışlıkla" yapılmış herhangi bir şey yok.
Erdoğan'ın zihnindeki "Müslüman Türkiye"de "icma" kurumu geçerli olacak. Kendisiyle aynı fikirde olmayanları zaten "cemaat dışı" saymayı ilke edinmiş durumda. "Kuvvetler Ayrılığı" olmayan bir toplumda yaşamak istiyor ve bunu adım adım kuruyor. Çeşitli kurumlar, ona itiraz etme hakkına sahip değil, onun verdiği emirleri yerine getirmekle yükümlü. Kendisi buna kani, taraftarlarını da büyük ölçüde inandırmış gibi duruyor.
Ama bu toplumun en az yarısı da böyle yaşamak istemiyor. Benim bugünkü asıl konum da bu. Kolay bir durumdan söz etmiyoruz. Herkes durduğu yerde durmaya kararlı. Konuşup anlaşacak, uzlaşacak bir zemin yok.
Konumunu betimlemeye çalıştığım AKP iktidar; biz de muhalefetiz. Soru: Nasıl muhalefet edeceğiz?
Desen: Selçuk Demirel
Üç adet kelimeden oluşan bir soru soruyorum ama bunun cevabı bir kitaplık söz gerektirir. Büyük sorun, iktidarın bizim bildiğimiz yasalar ve kurallarla davranmaya niyetinin olmaması. Bu çizgi, kendi tasarladığı Türkiye'yi kurmaya hiçbir zaman bu kadar yaklaşmamıştı ve bu kadar yaklaşmışken bunun ucunu bırakmaya hiç niyetli değil.
Başta Levent Gültekin-Murat Sabuncu programı bu soruları hatırlatan ve muhalefete etkili muhalefet yapmadığı için yüklenen bir işlev yüklenmiş, ama başka birçoklarının da bu sorunu düşündüğünden fazla şüphem yok. Benim "şöyle şöyle yapmalı" diye önereceğim bir politika yok. Sorunu biraz açmak istiyorum.
Bir yöntem, iktidar cenahının ciddiye almadığı ve sık sık çiğnediği yasallığı muhalefetin kendi politikası haline getirmesi. Bu, ne getirir? Bir kere, hiç şüphe yok ki, zulüm görmeyi getirir. Örneğin, protesto yürüyüş yapmak anayasal hak; ama Tayyip Erdoğan'ın polisleri bu hakkı kullanmaya kalkanları bayağı şiddet göstererek engelliyor.
Çok daha ciddisi, "dürüst seçim" ne derecede, nereden nereye mümkün? "İktidar" olmanın önemli avantajları var ve Erdoğan'ın bunları sonuna kadar kullanacağından şüphe olamaz. Zaten bir hayli mesafe almış durumda. Yargının verdiği kararlara şöyle bir bakmak, durumun vehametini kavramak için yeterli.
Bu tür bir "yasallık" bir "martir" rolüne girmek anlamına gelir. Tarihte Hıristiyanlığın yayılması gibi örnekler var ama o yüzyıllara yayılan bir süreçti. Bizim bu kadar vaktimiz olmadığı gibi "martir" rolünde bir muhalefet de, halka, biriken sorunları çözebileceği güvenini vermez.
Yakın zamanlara kadar bu toplumda yaşayan sıradan bir kişi, böyle bir iktidara karşı ne yapmak gerektiği sorulsa, "Silahlı Kuvvetler halleder" diye cevap verirdi. Şimdi Silahlı Kuvvetler'in ne gibi yapısal dönüşümlerden geçtiğini bilmek zor, ama ben öteden beri o cevaba katılmayan biriyim. "Vasi" istemiyorsak, kendi sorunumuzu kendimiz çözmeye hazır olmalıyız. Yani, kısacası, AKP'nin, demokrasiyi yerle bir eden toplum mühendisliğinin sadece ve sadece kitlelerin desteğiyle yürütülen bir demokratik muhalefetle durdurulması gerektiğine inanıyorum. Sorun, diktatörlük biçimleri arasında tercih yapmak değil.
Onun için değindiğim "martir" stratejisine karşılık herhangi bir şekilde şiddet içeren bir davranış tarzı önerecek değilim (önermek "suç" olduğu için değil, buna inanmadığım için). "O yasa dışına çıkıyorsa ben de çıkarım" demekte değil çözüm. Ama bu "Elimden bir şey gelmiyor, ne yapayım?" deme meskenetine çekilme anlamına da gelmiyor.
Sorun, kısmen bir enerji sorunu diyebilirim. Türkiye olağanüstü bir yolçatında. Normal bir süreçte etkili olabilecek bir muhalefet biçimiyle yetinmek, tehdidi büyütür, hatta gerçekleşmesinin yolunu da açabilir. Bir "parti"den çok bir "hareket" mantığıyla davranmak ve sorunun çıktığı yerde bulunmak gerekiyor.
Büyük çark bence bizden yana dönüyor. Ama bu durumlarda böyle kestirme yargılarla rehavete kapılmak en yanlış tavırdır.