05 Şubat 2019

Melezleşme

Bu kadar bin yıl sonra insanlar duvar ören Çinliler’in hepimize örnek olması gerektiği sonucuna vardılar

Altmışlı yıllarda bazı Avrupa ülkelerine yolum düşmüştü: Almanya, Avusturya, Fransa,

Britanya…. O yıllarda henüz/hâlâ Avrupalılar kendi kabuklarından çok fazla çıkmadan, çıkmaya da çalışmadan yaşıyorlardı. Alman Alman’dı, Fransız Fransız’dı v.b. Bunu genel olarak görmek kolaydı da, benim dikkatimi öncelikle yemek alanı çekmişti. Frankfurt’ta bir çarşıya gittiğimizi hatırlıyorum. Bir “üst kat”ı vardı bunun ve bütün dükkanlar oraya işçi olarak gelmişlerin ülkelerinden onlara satış yapmaya gelmiş kişiler tarafında işletiliyordu:

Yunan, Yugoslav, Türk, İtalyan v.b. bakkallar, kasaplar, mezeciler. Alt katta ise gene aynı milletlerin manavları çalışıyordu. Bu adamların sattıkları mallar bir tek orada bulunurdu; bunları almak istiyorsanız gidecek başka yer yoktu.

Ya şimdi? Şimdi bu gibi dükkanlar o ülkelerde her yere yayıldı. Ama yalnız onlar yayılmadı. Hangi büyük dükkana girseniz, her türlü uluslararası salça, bahar ve hazır yemeğin yapıldığı koca koca reyonlar görüyorsunuz. Harisso da var, mango chutney de; İtalyan makarnaları, pestoları, paella pirinci, risotto pirinci, basmati pirinci, aklınıza ne gelirse.

Niye anlatıyorum bunları? Zihnimin içinde “melezleşme” sorunu var, zihnimi kurcalıyor. Yeme içme faslı da melezleşmenin türlerinden biri. Belki melezleşmeye açılan kapılardan biri.

Geçen gün bir akşam yemeğine çağırıldım. Çağıranlar Japon yemeği, suşi yapacaklarını söylediler. Buralar karlı, yola çıkarken botlarımı giyiyorum ki, aklıma geldi. “Japon yemeği yaptıklarına göre Japon kültürüne de bir yakınlıkları vardır muhtemelen. Eve girerken ayakkabı çıkarmak gerekebilir. Bot giymeyeyim.” Ve aynen böyle oldu.

Son derece normal bir şey bu. İnsanlar binlerce yıl birbirlerinden izole, birbirlerini görmeden yaşadılar. Böyle yaşamak “Allah’ın emri” değildi. Belki, “Teknoloji’nin emri”ydi. Birbirlerinin dillerini öğrenmeleri çok zordu, adetlerini öğrenmeleri çok zordu. Bu gibi zorlukların aşıldığı “yakın yaşama” koşullarında ise hep birbirlerinden bir şeyler aldılar.

Ama gene bu aynı koşullarda topluluklar büyük ölçüde içlerine kapalıydılar. Böyle olunca da “gelenek” dediğimiz şeyler aynı şekilde “içine kapanık” oldu. Hayat dışarıdan gelecek etkilere göre kurulmamıştı. “Dışarıdan gelecek etkiler” kötü olduğu için değil, gelecek yol bulamadığı için.

Ama 19. yüzyılda milliyetçilik dünyaya egemen olmaya başladığında bu verili durum bir erdem gibi göründü. “Ulusun saflığı, katışıksızlığı” gibi kavramlar oluştu. Bir yetersizliğin yol açtığı bu “tanışmama” konumu bir ideal gibi görünmeye başladı. Tabii bunun tersi de gerçekleşti: “Dışarıdan” geldiğine hükmedilen her türlü kültürel öge de ulusun saflığını bozan bir şey olarak algılandı.

Bu anlattığım sancılı süreçte şüphesiz “kötü taklitçiler”in de oynadığı bir rol var. Bunlar genellikle hali vakti yerinde kesimlerden gelen, “dışarı”yı biliyor olmanın bir üstünlük sağladığı inancı çerçevesinde dünyayı bildiklerini herkese göstermeye çalışanlar. Gene 19. yüzyıl dünyasının içinde bunlar genellikle kendisi “Batılı” olmayıp da Batı’yı iyi bilenler oluyordu. Ama Batı dünyasının içinde de örneğin Fransız adetlerini bildiğini kanıtlamaya çalışan bir İngiliz ya da Alman’la karşılaşmak mümkündü.

Ziya Gökalp’in hâlâ tartışmak gereğini duymadığımız “uluslararası medeniyet/ulusal kültür” ikilemesi bu koşullar içinde kuruldu.

Böyle bir entelektüel iklimde “melez” kavramı ancak bir kötülük anlatıyor olabilirdi. Öyle de oldu zaten.

Bugünün dünyası bu temeller üstüne oturmuyor. Daha doğrusu “bugünün dünyası” bir geçişin sancılarını yaşıyor. Sanayi Devrimi’nden beri dünya küçüldü, eskiden üç ayda gidilen yere şimdi birkaç saat içinde varabiliyorsunuz. Mallar dolaşıyor, insanlar da bütün güçlüklere rağmen dolaşabiliyor. “Bütün güçlükler” dedim, çünkü tarih boyunca hep olduğu gibi, her yenilik bir direnişle karşılaşıyor. Bu gidişten hoşnut olmayanlar işte o “güçlükler”i çıkarıyorlar. Dolayısıyla bunlardan biri olurken öbürü de oluyor ve nedensellikleri birbirlerine bağlı. Brexit bunun bir örneği; Meksika sınırında yapılan duvar bir başka örneği. Bu kadar bin yıl sonra insanlar duvar ören Çinliler’in hepimize örnek olması gerektiği sonucuna vardılar.

Bu gibi tepkilerin, gerilimlerin, gene modern dünyanın afetleri arasında sayılacak “işsizlik” gibi sorunlarla da bağlantıları var ve bu gibi köklü sorunlar çözüm bir yana olayın serinkanlılıkla tartışılmasını bile güçleştiriyor.

Ama “melezleşme” yeni hayatımızın bir olgusu. Egemen değil, yaygın da değil, ama uzun vadede “belirleyici” olduğunu göreceğiz, görmeye başladık.

Türkiye’de ağırlığı artarak hissedilen egemen ideolojide böyle bir gelişmeye iyi gözle bakılmayacağı kesindir. “Yerli ve milli” tamlaması “değerli” ile eşanlamlı oldu. Kendi başına bir değer. Niçin öyle olduğunu düşünmemiz de gerekmiyor. “Eşyanın tabiatı” gereği öyle. Bir Türk’ün dünyaya bedel olması türünden, herhangi bir açıklama gerektirmeyen bir olgu.

Ve tabii “atalar” ve “Osmanlılık”.

Bunlar “popülizm”in “anti-elitizm” ideolojisinde olması gereken ögeler.

Kamboçya’da Pol Pot rejimi işi gözlüklü adamları öldürmeye vardırmıştı. “Gözlük” takmak gereğinden fazla kitap v.b. okumanın bir göstergesi sayılıyordu. Fazla kitap okuyanlar da “gerçek” halktan sayılmazdı ve büyük bir ihtimalle yabancılaşmış kişilerdi; yani “melez”diler.

Böylesinin de yaşaması gerekmiyordu.

Bir yolu ille herkesin aynı noktaya kadar yürümesi bir zorunluk değil. Ama yürünen yolda daha ileri noktalara gelindiğinde neler olacağını tahmin etmek mümkün.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Nazar

Asvadzadzin’de bu sefer Nazar’ı öbür dünyaya uğurlamak üzere bulunmak içimi acıttı. Ne acelen vardı, Nazar? 

Bugünlerin siyasi bulmacası

Devlet Bahçeli “Öcalan” çıkışıyla ne demek istedi? Erdoğan ile bir plan hazırlamışlarsa bu plan ne olabilir? Hareket aşamasına gelince ne olabilir?

Dış ilişkiler

Tayyip Erdoğan Türkiye’nin dış politikasını “monşerler”in elinden kurtardı. O elinden geleni yaptı, “kurtardı” ama bu kurtuluş bizim için iyi mi oldu, kötü mü hiç emin değilim

"
"