AKP’nin kazandığı 2002 seçimlerinden bu yana neredeyse yirmi yıl geçti. Az zaman değil. Bu ülkenin tarihinde bu kadar uzun sürmüş bir tek tek-parti dönemi var ki o da, adı üstünde, “tek-parti”. Böyle uzun bir süre içinde önemli, önemsiz, pek çok değişiklik olması normaldir. Siyaset kendisi oldukça oynak bir şey, durduğu gibi durmuyor.
AKP iktidarında da oldu böyle değişiklikler. Ama bunlar bana öyle “Olur böyle şeyler” deyip geçecek şeyler değil. Onun için son birkaç yazıdır bu gibi dönüşüm olayları üstüne yazıyorum. Daha beklenmedik, dolayısıyla daha şaşırtıcı dönüşlerle karşılaştık AKP’nin iktidar yıllarında.
“İktidar” dediğimiz şey bir “güçler dengesi” oluşturan bir “blok” üstüne oturur. En başta, burada bazı anlamlı oynamalar oldu gibi geliyor bana. Bu gözlemim doğruysa, böyle bir değişim şüphesiz son derece önemli. Bu konularda, “içeriden” diyebileceğim bir bilgi, bir “enformasyona” sahip değilim doğal olarak. Ama herkesle birlikte seyrettiğimiz olaylar bana ve daha birçoklarımıza bunları düşündürüyor. Kendi kafamdan geçenlerin başkalarının çeşitli konuşmalarında da işitebiliyorum.
AKP—Reis’i için ne kadar “pragmatik” dense de(ki şüphesiz bunu dedirtecek davranışları var)—son analizde bir “doktrin partisi”. Hem öyle böyle seküler bir “doktrin” de değil bu; basbayağı dine giden kökleri var. Özellikle bu karakterinden ötürü “AKP çok değişti” sözü şaşırtıcı. Bir doktrin partisinden fazla değişkenlik beklemeyiz. Ayrıca, “dayandığı blokta da değişiklikler var” dedim. Doktrin partisinde bu da görmeye alışık olduğumuz bir şey değil. Abartmayayım: böyle şeyler “hiç” olmaz değil elbette; hayatta değişmeyen ne var ki? Ama burada söz konusu ettiklerim en azından daha ender görülen cinsten olaylar.
Son birkaç sefer yazdığım yazılarda örneğin Aya Sofya’nın camiye çevrilmesi gibi bir olayın şaşırtıcı olmadığını bir örnek olarak söylemiştim. Evet, böyle bir hareket; AKP’nin olduğu doktrin partisinin gündeminde olmasını tahmin edeceğimiz bir hareket. AKP erken iktidar yıllarında böyle şeyler yapmaya niyetli bir parti olduğu izlenimini vermekten kaçınıyordu. Ama yerini sağlamlaştırdığına güven kazandığı ölçüde böyle şeyler yapmak için zamanı kolladığını düşünebilirdik—düşünmemek için sebep yoktu.
Örneğin günün birinde hepimizin adını sanını bildiği bir Sedat Peker çıkıyor ve Tayyip Erdoğan’ı mutlu etmediği bilinen bir bildiriyi imzalamış olanların kanında duş yapacağını açıklıyor. E şimdi bu öyle böyle değil, bayağı sıkı bir dostluk, yoldaşlık. Demek ki bir yerlerde, bir zamandır, böyle bir yakınlaşma oluyormuş! Bu, Aya Sofya’yı cami yapmak gibi bir iş de değil. Bir süre sonra mahut video kasetleri ortalığı kaplıyor. Onlara bakınca bunun Sedat Peker’in var olan iktidara “platonik” tutkusu olmadığını, arada bir hayli kabarık alışveriş muamelelerinin geçtiği anlaşılıyor. Kasetlerin havası değişmiş; yani şimdi konuşan adam o duş yapmaya hazırlanan kişi değil. Bir şeyler olmuş, bir şeyler değişmiş. Hani Peker belli, Tayyip Erdoğan’la ilişkisini kesin bir düşmanlığa dönüştürme niyetinde değil; ama gene belli, düzelmesi gereken bir şeyler var.
Bunlar ne olabilir? Alaattin Çakıcı etkeni olabilir mi?
Arada Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan’a başvurdu ve “dava arkadaşı” olduğunu ilan ettiği Alaettin’in hapisten çıkarılmasına yardımcı olmasını talep etti. Böyle işlerin en kestirme çözümü “af”tan geçiyor. Tayyip Erdoğan da af ilan etti ve Çakıcı—bildiğiniz gibi—“özgürlüğüne” kavuştu.
Bu çeteler arasında rekabet ve düşmanlık eksik olmaz. Benzer geçmişlerden geliyor olsalar dahi (hatta özellikle bu yüzden)bu iki adam birbirine düşman olabilir. Bilmiyorum, bu yorumu yapanlar var. Ama benim anlatmaya çalıştığım durumda bunun hiçbir önemi yok. Çünkü adamların kariyeri aynı kariyer ve onunla ya da ötekiyle yakın ilişki kurmak bir şeyi değiştirmiyor.
Sonuç olarak ne görüyoruz? “Doktrin Partisi” dediğim İslamcı-muhafazakâr AKP’nin mafya şefleriyle samimi ilişkiler içinde olduğunu görüyoruz. Buna benzer hikâyelerin devamı da geliyor. Anayasa profesörünün “uyuşturucu baronu” ile ilişkileri çıkıyor, çıkıyor da çıkıyor. Bunlar söylendiği gibi “Kapının önünden geçerken uğradım” türünden ilişkiler değil. Bu insanlarla ve bu insanların getireceği ilişkilerle uğraşmak (bir biçimde başa çıkmak) benim “İslamcı doktrin parti” çerçevesinde bulunacağını hiç sanmadığım elemanlar, bilgi ve beceriler, hatta yapılanmalar gerektirir.
Zaten daha Alaattin Çakıcı’ya, onun “dava arkadaşına” özgürlük ortamında kavuşmasına gelinceye kadar MHP ile bu yakın ittifak ilişkisinin de buna benzer yapılanmalar gerektireceği belli. Şimdi bir de bu ittifak ya da bu koalisyonun er ya da geç katılmak durumunda kalacağı seçim olayı var. Seçim bir şekilde kaybedilse bile iktidarı kaybetmeme sorunu var, bunun yolu yordamı, hazırlığı, örgütlenmesi var. Bütün bunların da “İslamcı doktrin partisi” ile bağlantısını kurmak söz konusu.
AKP gibi bir partinin, hele 28 Şubat gibi deneyimlerden de geçmiş olarak, saldırıya uğradığında ne yapacağını konuşmamış, tartışmamış olacağını düşünemiyorum. O komik darbe girişiminde bunun belirli parçalarını da görmüştük. Ama savunmaya, korunmaya yönelik bu gibi tedbirlerin AKP’nin bugün kendisini ortasında bulduğu siyasi ilişkilerle bir yakınlığı olduğunu sanmıyorum.
“Tedbirler” gibi soyut şeyler bir yana, AKP kadrolarının “Biz bu tür bir biçimlenme istememiştik” demelerini beklerdim—yani, bugün bunu söyleyenlerden çok daha fazlasının. Ama böyle bir tavır alış henüz ufukta görünmüyor gibi.