10 Aralık 2016

Ekonomi-politik

On küsur yıllık “başarı hikâyesi”nin vardığı nokta çok düşündürücü

AKP’nin on beş yıla yaklaşan iktidarının en başarılı olduğu alan ekonomiydi. Sanırım AKP’ye başından beri şiddetle muhalif olanlar da gönülsüzce de olsa bunu doğrulayacaktır. Bu başarı kısmen daha önceki yapılanların bir sonucuydu; ama kısmen de doğrudan doğruya AKP’nin başarısıydı.  

Türkiye’de siyasî sağın genel seyri için söyleyebiliriz aynı şeyi. “Kalkınmacılık,” bu toplumda, sağın elinde yükselmiştir. Kimsenin hakkını yemek istemem: CHP’nin “tek-parti” yıllarında uyguladığı ve kendisini olabildiğince sevimsizleştiren “ilk birikim programları” dahi sonrası için olumlu sayılacak bir birikim yapmıştı. Ama “spektaküler” başarıları Menderes’ten Demirel, ondan Turgut Özal devraldı ve zincirin -şimdilik- son halkasını da AKP getirdi. Arada, “sol” adına Kemal Derviş’in reformlarını da unutmamak gerekir.

Bu birikim, AKP’den bağımsız bir süreçte, Türkiye’yi belirli bir ekonomik olgunluk aşamasına getirmişti. Onun için, AKP’nin yoktan bir mucize yarattığını düşünmemiz gerekmiyor. Ama herhangi bir siyasî parti bu birikimi çarçur da edebilirdi. AKP iktidarı bunu yapmadı: Bir noktada devraldığı ekonomik gelişmeyi daha ileri bir noktaya taşıdı. 

Peki, şimdi ne oluyor? Şimdi durum böyle değil. Hiç böyle değil. 

 

Vurgulanması gereken iki konu var: Birincisi, gelinen aşama, durup oturulacak bir menzil, Erdoğan’ın deyimiyle “yan gelip yatacak yer” değildi. O aşamaya gelince bir sonraki aşamaya geçmek için gerekli tedbirler düşünülmüş, “enstrümanlar” hazırlanmış olmalıydı. 

Bunlar yapıldı mı? Hayır, gereğince veya yeterince yapıldığını sanmıyorum.

Ama daha ileri aşamaya sıçramak için gerekli enerjiyi stoklamak bir yana, o noktada zorlanmadan durmak için gerekli şeyler de sağlanamaz oldu. Neden?

Şu “iktisat” bilimine eskiden “ekonomi-politik” denirdi. Bu “politik,” “siyasî”den çok “topluluk” kavramının bir türeviydi; ama “siysasî”yi de ister istemez içinde barındırırdı ve bu nedenle doğru bir addı; çünkü “ekonomik” dediğimiz bir şeyi “politik” dediğimiz şeylerden soyutlayamaz, izole edemeyiz. Şu günlerde ekonominin girdiği sıkıntılı durumda da “politik,” yani “siyasî” önemli bir rol oynuyor. Bu, Erdoğan’ın dönüşüm geçirdikten sonra iç ve dış siyasetin tamamında benimsediği siyasî kimliğin sonucu.

Özellikle Batı’da bir umut olarak görülürken şimdi geldiğimiz nokta… Kavgalı olmadığımız kimse kalmadı. Bunlardan bir tek Rusya ile yeniden bir “modus vivendi” (birlikte varolma tarzı) bulmuş gibiyiz ama bu çok açık bir biçimde Putin’in NATO’da çatlak yaratmak için Tayyip Erdoğan’ın öfke çıkışlarına güvenmesi sonucu böyle. Yoksa düşürülen Rus uçağı (o uçağın da “masum” olduğunu düşünmüyorum ama bu başka konu) ve olay üzerine yapılan konuşmalardan sonra konunun Putin nezdinde kapanmış olmasına ihtimal vermiyorum. Ayrıca, Şanghai Beşlisi’nin şu anda tepmekte olduğumuz ittifakları, ortaklıkları ikame edecek bir yapısı da yok.  

Amerika’da Demokratlar'ın kazanması durumunda ilişkilerimizin hızla bozulacağı kesin gibi görünüyordu. Şimdi Trump’ın kazanmasıyla durum bu kadar kesin olmayabilir ama Trump gibi bir kişilik (ve burada öfkeleriyle Tayyip Erdoğan) söz konusu olduğunda, yarın olayların nasıl biçimleneceği belli olmaz. Trump’ın ve kadrosunun İslâm’a bakışının mahiyeti düşünüldüğünde, ABD-Türkiye ilişkilerinin bu dönemde çok olumlu bir kanalda gelişeceğini beklemek fazla anlamlı görünmüyor.

Avrupa tarafından Türkiye’ye baktığımızda ise güçlenen eğilimin “Bu kadar yeter. Bu adamlarla selâmı sabahı keselim” eğilimi olduğunu görüyoruz. Bunu zaten yıllardır böyle söyleyegelmiş kesimler  var; ama şimdi “bunu diyenler galiba haklıymış” görüşü ağırlık kazanıyor. Bir yandan da, “Biz bu ülkede olanları sessiz sedasız seyredeceksek, bizim ‘değerlerimiz, değerlerimiz’ dediğimiz şeyler ne olacak?” diyenlerin sesi yükseliyor. Bunların dışında kalanlar ise nezaketle formüle edersek “Rasyonel davranmayan bir lider yüzünden bütün bir toplumla ilişkimizi kesmemiz doğru değil” diyenler.

Bütün bunlar Tayyip Erdoğan’ı mutlu ediyor olabilir. Çünkü kendi konuşmalarından açıkça belli olduğu gibi Tayyip Erdoğan Batı dünyasından zerre kadar hoşlanmıyor.

Ancak onun bu duyguları ve tavır takınmalarının sonucunda Türkiye neredeyse üç yüz yıldır girdiği ve izlediği yörüngeden çıkıyor demektir. Bu, az buz bir travma değil ve olamaz. Bir toplum, böylesinde tepeden inme, karakuşi bir biçimde, düşünmeden, konuşmadan üç yüz yıllık siyasetini çöpe atamaz. Bir tek adamın verdiği kararla böylesine köklü bir değişim serüvenine atılamaz. Bu, Yenikapı’nın doldurma alanında “Vur de vuralım” diye bağırarak karara bağlanacak bir şey değil. 

Neyse, uzatmayayım. Kürtlerle varılan nokta, Ortadoğu siyasetinde girilen açmazlar, bu saydığım durumlar üst üste geliyor ve ekonomik kriz de bu siyasî durumun sonuçlarından biri olarak kapıya dayanıyor.

Ekonomide gelinen noktanın dozu yükseltilmiş popülist nutuklar ve kafa tutmalarla geçiştirileceği kanısında değilim. Göreceğiz. 

Ama on küsur yıllık “başarı hikâyesi”nin vardığı nokta çok düşündürücü.

Yazarın Diğer Yazıları

Nazar

Asvadzadzin’de bu sefer Nazar’ı öbür dünyaya uğurlamak üzere bulunmak içimi acıttı. Ne acelen vardı, Nazar? 

Bugünlerin siyasi bulmacası

Devlet Bahçeli “Öcalan” çıkışıyla ne demek istedi? Erdoğan ile bir plan hazırlamışlarsa bu plan ne olabilir? Hareket aşamasına gelince ne olabilir?

Dış ilişkiler

Tayyip Erdoğan Türkiye’nin dış politikasını “monşerler”in elinden kurtardı. O elinden geleni yaptı, “kurtardı” ama bu kurtuluş bizim için iyi mi oldu, kötü mü hiç emin değilim

"
"