Birikimler birikti, birçok etken bir araya geldi ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Amerika’ya gittiği bugünlerde Batı dünyasında Türkiye’nin başındaki yönetimin, nasıl karşılandığını, nasıl değerlendirildiğini bir dizi olayda görmeye başladık. Erdoğan’lı Türkiye “Batı’nın müttefiki” olmaktan, “Batı’nın mahcubiyeti” olmaya doğru hızla ilerliyor. Örneğin New York Times’tan Friedman Erdoğan’ın demokrasiyi katlettiğini yazıyor ve Batı dünyasını da birtakım çıkarlar uğruna buna göz yumduğu için suçluyor.
Obama, Erdoğan’la yüz yüze görüşmeyi istikrarla reddetti. “İstikrar”, “istikhar”, “istiskal”, nasıl beğenirseniz. “Buyurun, Biden’la görüşün-Erdoğan zaten Biden’ı çok sever.”
Erdoğan’lı Türkiye “Batı’nın müttefiki” olmaktan, “Batı’nın mahcubiyeti” olmaya doğru hızla ilerliyor
Ama Türkiye’nin düzenlediği akşam yemeğine bugünkü yönetimle temsilî bir ilişkisi olan tek bir Amerikalı’nın katılmaması da bir o kadar önemli. İnsanların üç beş yıl önceki görevleriyle tanıtılarak davet edilmesi kimi kandırmayı amaçladığı belirsiz gülünç bir girişim. Bunu Erdoğan çevresi Dışişleri’nin “beceriksizliği” olarak yorumlamaya kalkışabilir – vaziyet “şüyu” buldukça. Oysa besbelli, Dışişleri falan değil, doğrudan doğruya “davet sahibi”nin kimliği, kişiliğiyle ilgili bir tepki söz konusu.
Türkiye’de görevli Amerikalı personelin ailelerine ülkeyi terk etmeleri konusunda gönderilen sirküler de düzenin halkalarından biri.
Bir başka “hoş amedi”, Erdoğan’a doğrudan yazılmış mektup. Abromowitz’in, Edelman’ın, Wolfowitz’in aralarında bulunduğu bir grup insanın kaleme aldığı çok önemli sorular soran metin!
Ancak bu tepkiler yalnız Amerikan toplumunun ve siyasî seçkinlerinin duygularını dile getirmiyor. Almanya vb., çeşitli Batı ülkeleri de işin içinde.
Bu birikimin böyle dallanıp budaklanmasında Tayyip Erdoğan’ın kişisel çabalarının payını unutmamalı; hafife de almamalı. Özellikle “Siz kimsiniz? Orada ne işiniz var?” avazlarıyla Erdoğan Batı dünyası için bu tepkileri “olmazsa olmaz” hale getirdi. İşte, Dışişleri ikinci seferdir Alman Elçi’yi çağırıyor, hesap soruyor.
Obama, Erdoğan’la yüz yüze görüşmeyi istikrarla reddetti. “İstikrar”, “istikhar”, “istiskal”, nasıl beğenirseniz
Adam da demokrasinin egemen kural olduğu bir ülkenin yurttaşı ve elçisi olduğunu söylüyor. Bütün AB ülkeleri o konsolosların o duruşmaya katılmasının bu dünyada diplomatların rutin görevi olduğunu söyleyerek Erdoğan’ın her türlü diplomatik faktı ayaklar altına alan çıkışlarına cevap veriyor. Erdoğan, anlaşılan “one munite” çıkışının benzerleriyle kendisine bir kariyer çizmekte kararlı. Davos’ta karşısında epey edep-dışı bir biçimde sesini yükselterek konuşan Peres’e karşı o çıkışında haklıydı. Ama kendini taklit ederek “başarı” kazanmanın da bir sınırı olduğu gibi, bu sefer “Orada ne işiniz var” diye bağıran Erdoğan’ın kendisi, Davos’taki Erdoğan’ın değil ama Davos’taki Peres’in konumunda.
AKP’nin “Genel Başkan Yardımcısı” Mustafa Ataş varmış. Bu olaylar üstüne konuştu: “Tayyip Erdoğan yaşanır, anlatılmaz,” dedi. Ekledi:
“Çünkü Recep Tayyip Erdoğan bu millete, bu ümmete Allah’ın bir lütfudur. Böyle bir imkân, böyle bir fırsat her zaman ele geçmez.”
Böyle bir “siyasî önder”in her zaman bulunmayacağı konusunda katılıyorum. Tayyip Erdoğan şimdiye kadar eşi görülmemiş bir fenomen. Ama bu “fenomen”in aynı zamanda bir “lütuf” olduğu konusunda ciddi şüphelerim var.
Sözler “genel başkan yardımcısı”nın ağzından çıkmış, ama sanırım Tayyip Erdoğan’ın kendini, varlığını görme ve kavrama biçimini de bire bir yansıtıyor. Şimdi, dış dünyada bu izlenimleri, bu tepkileri yaratan Tayyip Erdoğan, artık adı “Başkan” mı olacak, “Sultan” mı olacak, ne olacak bilemem ama, somut karşılığı “Allah’ın lütfu” olan birinin ülkeyi tek başına yönetmesine cevap veren bir anayasa yapma hazırlığı içinde. Dış dünyadaki bu acıklı görüntü iç politikayı uzun boylu etkilemeyebilir.
Erdoğan’ın kurmayı planladığı düzeni “tartışmak” değil de, “sergilemek” gerekiyor
Tam tersine, olumlu yönde etkileyebilir. Zaten şu aşamadan sonra, bir yanda uluslararası topluluk ve demokrasi tarihi, demokratik değerler, demokrasiyi “demokrasi” yapan ilkeler, öbür tarafta Türkiye toplumunun siyasî deneyimi ve sağduyusu, onun bu değerleri sindirmişlik ya da sindirmemişlik ölçüsü... Asıl gerilim burada yaşanacak ve bir biçimde çözülecek.
Erdoğan’ın burada kurmayı planladığı düzeni “tartışmak” değil de, “sergilemek” gerekiyor. Dediğim gerilimin kısa vadede çözümünde ne kadar rol oynar, bilemiyorum, ama öncelikle yapılması gereken işlerden biri bu