"Yedi yüzüncü haftaya geldiler" dendi. Cumartesi Anneleri, çocuklarını siyasi nedenlerle kaybetmiş insanlar. Kaybettikten epey sonra bu oturma eylemine başlamışlar ve bugüne kadar getirmişler. Eylemin devam ettiği yedi yüz hafta boyunca kaybettiği çocuğunun izini bulan bildiğim kadar, yok. Ama bıkmadan usanmadan her cumartesi geliyorkar. Galatasaray'daki meydanda oturuyorlar. Onların oradaki varlığı, Türkiye'nin nasıl bir siyasi hayatı-tarihi olduğuna dair bir deklarasyon gibiydi.
Cumartesi Anneleri'nin bu eylemlerinin muhatabı AKP ve Erdoğan iktidarı değildi. Bu tip olaylar onların iktidarından çok önce başlamıştı. Dolayısıyla bu iktidarın, hem de pek bir celalli bir biçimde yedi yüzüncü 'oturum'u engellemeye girişmesi bir tuhaf oldu.
'Tuhaf' olmasının bir başka nedeni de yıllar önce, Tayyip Erdoğan başbakanken ve bugünkü Tayyip Erdoğan olmaya karar vermemiş ya da verdiyse de bu kararını henüz açıklamamışken bu annelerden bazılarıyla görüşmüş, onları dinlemiş ve sorunlarının çözüleceğine dair söz vermiş olmasaydı. Bunlar yazıldı çizildi ama tekrarlamam gerekiyor. Bu yazılanlardan, Erdoğan'ın bu görüşmeyi Meclis grubuna anlattığı ve bazı AKP milletvekillerinin 'gözyaşlarını tutamadığını' öğrendim, daha doğrusu hatırladım. Peki, oradan buraya nasıl gelindi?
'Nasıl' gelindiği, hâlâ cevaplandırılmamış bir soru. Ama sonuç, nasıl olursa olsun, gelindiği gelinmiş olduğu için, İçişleri Bakanı olarak bu tip işlerin dolaysız sorumluluğunu kabul eden kişi, bu saygıdeğer insanlara 'paçoz' diyebiliyor.
Arkasını da getiriyorlar. Bundan böyle bu insanların Galatasaray'da toplanmalarına, oturmalarına izin verilmeyecekmiş. Yani, birtakım yeni vahşet sahneleri seyretmeye hazır olmalıyız.
"Bu da oldu" deyip geçecek bir olay gibi görünmüyor bana. Şüphesiz siyasi hayatta hep süreçler vardır; iktidarı bu noktaya getiren süreç de epeydir başlamıştı. Ama süreçlerin bazı dönüm noktaları olur; oraya gelince geri dönülmez bir noktaya erişilmiş olur, bir şeyler kesinleşir.
Bir süreden beri Tayyip Erdoğan iktidarının bir zamanlar sık sık andığımız 'derin devlet'le bir ittifaka girdiği söyleniyor. Erdoğan, 'Gülenci' taife ile arayı bozma kararı verince, Zekeriya Öz gibi kadroları 'baş düşman' ilan edince ittifaklar politikasında da çizginin öbür yanına geçmiş oldu. Kürtler konusunda da 'Barış Süreci'nden vazgeçince, çizginin o yanında olanlarla anlaşması kolaylaştı. Bunun kamuya açık yüzünde Erdoğan'ın yanında Bahçeli ve Destici'yi de görür olduk. Suyun altında kalan kısmında başka kimler olduğunu bilmiyoruz. İktidarın bugün Annelere karşı benimsediği tavır bu süreçte belirli bir aşamaya gelindiğinin işareti oldu sanıyorum.
Tayyip Erdoğan, "Bunları yapan ben değilim. Ama böyle de olsa yapılanların sorumluluğunu üstüme alıyor ve yapanları esirgeyici kanatlarım altında koruyorum" demiş oluyor. Başında bulunduğu sağ koalisyonun her türlü 'iaşesini, ibatesini' üstleniyor Erdoğan.
Aydınlar Ocağı'nın pişirip sunduğu 'Türk-İslam sentezi', Eylül generallerinin de hoşuna gitmişti ve bunu resmi ideoloji haline getirmek için birkaç adım atmışlardı. Ama bu, tarihin içinde görece erken bir aşamaydı ve bu 'sentez'in iki ayağında yer alanlar da öbür ayakta duranlarla sıkı fıkı bir ilişki kurma önerisine fazla yakınlık duymamışlardı. 2013'ten, Gezi'den beri gözlemlediğimiz Tayyip Erdoğan ise 'Türk-İslam sentezi' olarak dünyaya gelmiş birini andırıyor. Son 30 Ağustos konuşmalarında da '16 Türk devleti'ne selam göndermezlik etmedi.
Onun için, 'Cumartesi Anneleri' karşısında alınmış tavrı, adı yok ama kendi var 'Türk-İslam sentezi'ne geçişin ilanı olarak değerlendiriyorum. Evet, o 'sentez'in egemen olduğu yerde Erdoğan'ın onaylamadığı annelere de yer yok.