14 Mayıs 2023

Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Can Yücel; şair dostlarım...

"Turgut odadan çıktı. Birazdan elinde bir tabancayla geldi. 'Bak, bu benim askerlikten beylik tabancam. Ben çok iyi banka soyarım, kimsenin de aklına gelmez" dedi. Çattık mı, çattık...

1962 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde birinci sınıf öğrencisiydim. Bir gün, bölümün en genç hocası Akşit Göktürk, "Türk dili dergisi bir 'roman özel sayısı' hazırlıyor" dedi; "Bir iki çeviri yapar mısın?", "Yapmaya çalışırım" dedim. Akşit istediği yazıları verdi. (biri; E.M. Forster'in Roman Sanatı üstüne ünlü kitabından)

Aklıma başlayıp bitirmeden bıraktığım William Faulkner çevirisi geldi. "Bunu basmak isterler mi?" diye sordum. Akşit ilgilendi. "Getir bir sorayım" dedi. Götürdüm. Birkaç gün sonra "Yahu bu iyi bayağı" dedi. İyi bulunca Memet Fuat'a götürmüş. O da beğenmiş, benimle tanışmak istemiş. De Yayınlarını yeni kuruyordu. Tanıştık, çeviriyi bitirdim; 'Döşeğimde Ölürken basıldı.

Bu arada ben de De Yayınları'nın Cağaloğlu Vilayet Han'daki bürosuna dadandım. 1964'te Yeni Dergi yayımlanmaya başladı. Onun için de çeviriler yapıyordum. Mehmet Fuat'ı çok sevmiştim. Benzersiz bir kişiliği, iyiliği, dürüstlüğü vardı. Çok şey öğrenmiştim ondan.

Edip Cansever'li yıllar

Yayınevine uğradıkça başka uğrayan yazarlarla da tanışıyordum. Edip Cansever ile Cemal Süreya'yı, Kemal Özer'i, Ergin Günçe'yi, Ece Ayhan'ı, Ülkü Tamer'i, Behçet Necatigil'i orada görüp tanıdım (Yaşar Kemal'i de). Benim çeviri beğenilmişti. Onun için hepsi benden yaşlı bu insanlar bana da bir eşitleri gibi davranıyorlardı. Arkadaş oluyorduk. Yayınevinde ilk tanışmadan sonra Edip'le Lefter'in meyhanesinde karşılaştık. Ben yalnızdım, daha önce gelmiş, bir yere oturmuştum. Edip bir arkadaşıyla geldi; pos bıyıklı sağlam yapılı bir adam. ‘Aslan avcısı gibi bir adam' diye içimden geçirdiğimi hatırlarım. ‘Sosyalist Nuri', ‘Balıkçı Nuri' diye anılan Edip'in, Fethi Naci'nin yakın arkadaşı Nuri Akay'dı bu (Ali Akay'ın babası). Beni de masalarına davet ettiler.

Edip-Mefharet Cansever'in İstanbul Dalyan'daki evlerinin balkonunda. Soldan sağa: Nuri Akay, Bertan Onaran, Murat Belge, Mefharet Cansever, Edip Cansever

O akşam bol bol edebiyat konuştuk ve Edip'le arkadaş olduk. Edip kendisi Marksistti ama bağıtlı bir edebiyat yapmaya girişmezdi. Sevmezdi öyle şiir. Bir yandan da sürekli eleştiriye uğrardı bu nedenle. Edebiyat okurları altmışların Marksistleri, sosyalistleri. Onlar bu tür bir edebiyatı seviyorlar. Ben de ‘çiçeği burnunda' bir Marksistim o sıralarda; ama edebiyat (sanat) ve siyaset ilişkisi konusunda anlayışım Edip'inkine yakın. Sanırım bu, arkadaş olma sürecimizi hızlandırdı.

1966'da mezun, hemen arkasından asistan oldum. Ben fakültedeyim, Edip, Kapalı Çarşı'da, dükkânında. Çok zaman Sandal Bedesteni'nin oralardaki dükkânına uğrardım akşama doğru. Birlikte çıkardık ve yürüye yürüye Beyoğlu'na varır, orada genellikle Refik'e giderdik. En dipteki yuvarlak masaya Ferit Öngören herkesten önce gelip yerleşmiş olurdu. Onunla da iyi arkadaş olmuştuk. Kendine özgü, soyuta kaçan bir mizahı vardı. Kıvırcık saçları kaşlarının hemen üstünden başladığı için "Alın yazısız adam" derdik.

Edip, o yıllarda Dalyan'da oturuyordu. Pek sık değil ama, evine gittiğim de olurdu. Karısı Mefharet'i de severdim. Çocuklarıyla (Ömer ve Nuran) pek bir yakınlığımız olmadı. Bir gidişimde Muvaffak Şeref'i gördüm; o misafirliğe gelmiş, Edip de balığa çıkmaya hazırlanıyormuş (teknesi vardı). "Birlikte gidelim" demiş, gitmişler. Çapari yaparken iki tane de tekir tutmuşlar. Barbunya ve tekir oltaya gelmezler, ender rastlanan bir durum. Derken Nuri de geldi. Edip, Nuri'yi görünce, "Biz öyle usta balıkçıyız ki çapariyle tekir tuttuk" diye bir şaka konusu açtı. Muvaffak Şeref de bir şey söylemek istiyor ama şakalaşan bu iki arkadaş onu dinlemiyor. Sonunda bir boşluk buldu ve "Engels der ki..." diye başladı. Hoppala, Engels nereden çıktı? "Güneş her sabah doğdu ama yarın doğmayabilir" demiş Engels. Mantıkçıların tümdengelimci olanlarının tümevarım yönteminin yeterince güvenilir olmadığını kanıtlamak için geliştirdiği argüman. Herhalde Engels'ten çok önce söylenmiştir. Bu Muvaffak Şeref'in çapariyle tekir avının ‘olabilir' olduğunu bize anlatma çabasını gösteriyordu.

Şubat 1968: Murat Belge (ayakta),Edip Cansever, Galip Üstün, Fethi Naci, Nevhiz, Feridun Aksın.

Edip'in teknesiyle oraya buraya giderdik. Bir gece Heybeli'de, Çam Limanı'nda kalıp orada uyumuştuk. Bir sefer Burgaz'a gitmiştik, ben kayıp denize düşmüştüm. Lefter, o yıl Burgaz'da yazlık yer açmıştı. Ona gittik. Benim elbiseler kuruyana kadar giyeyim diye Lefter kendi yedek pantolonunu verdi. Göründüğünden daha şişman olmalı. İçine iki tane ben sığardı.

Yakınlarda Alev Ebüzziya ile mektuplaşmaları, daha doğrusu Edip'in yazdığı mektuplar yayımlandı. Alev'i çok sevdiğini ben de bilirdim ama onları bir arada hiç görmedim. Çapkınlık fırsatı çıkmışsa kaçırmak istemediğini de gözlemliyordum (ama Mefharet'i de severdi). Bir ara Finli bir sevgilisi vardı: Nora, sapsarı saçlı, masmavi gözlü güzel bir genç kadın. O sıralarda Paris'teki Türk ressamlardan Mübin Orhon da askerlik yapmak için Türkiye'ye gelmişti. İyice ilerlemişti Mübin'in yaşı, yurttaşlıktan atılmamak için geri gelmişti. Eski yönetmen Aydın Arakon'un Kalamış'taki evine sıkça gittiğimiz zamanlardı. Orada Edip'lerle Mübin karşılaşmışlar. Başkaları da vardı. İçiliyor filan. Bir ara Mübin, Edip'in yanına gelmiş. Nora'yı göstererek "Yahu şu kız hoşuma gitti" demiş. "Biraz sokuldum ama ‘benim sevgilim var' dedi. Sen tanıyor musun? Kim o hıyarağası? Burada mı?" Tam bulmuş soracak adamı. Tipik Mübin...

O sıralarda Alev'in de gelmesini bekliyordu. Dertteydi. Aynı zaman dilimi içinde ikisini birden nasıl idare edecek? Edebildi mi, bilmiyorum.

12 Mart geldi çattı. Ben de THKP-C ile yakınlaştım- Bu, Mehmet Sönmez ile arkadaşlığımızın bir sonucuydu. Yusuf Küpeli Mehmet'i bulmuş. "Halt ettik" demiş; "Tam siper yatıp bu afetin geçmesini bekleyeceğiz. Öyle banka manka yok. Yardımcı olur musun?" Mehmet, "Olurum" demiş. O da beni buldu. Aynı soruyu bana sordu. Ben de "Olurum" dedim.

Para gerek. Kartal'ın oralarda bir bakkal kiralamışlar, iki kişi orada bakkalcılık oynuyor. Bir işçi grubumuz var. Bakkallardan biri sevgilisini özledi. Uyduruk düğün yaptık filan. Her an beklenmedik bir işten ötürü para gerekiyor. Bir gün Edip'e, böyle bir grupla bir ilişkim olduğunu söyledim, her ay bana yüz lira verip vermeyeceğini sordum. Lafı uzatmadan çıkarıp verdi ve her ay ben istemeden verdi. Dört beş kişiden topluyordum. O tarihte ayda beş, altı yüz lira, iyi para sayılırdı. Küçük şişe rakı 15 liraydı.

İçmeye düşkündü Edip (içkiye düşkün olmayan bir edebiyatçı bulmak zor bir şeydir). Sarhoş olmazdı ama etkilenirdi çok içince. Bu ‘etkilenme' genel olarak bir kavgacılık eğilimiyle kendini gösterirdi. Kavgası yapılan şey de genel olarak şiire ilişkin bir konu olurdu. Şiirle yatardı, şiirle kalkardı Edip. İçkisini de şiirine yardımcı olduğu için içtiğini söylerdi. İçkiliyken, olmadığı zamanda görmediği şeyler görebildiğini söylerdi. İçkiliyken yazmazdı.

Sosyalist olmasına rağmen, belki mizacı gereği, dünyanın geleceğine olumlu beklentilerle bakmazdı. Karamsardı. En sevdiği yazar Kafka'ydı. ‘Absürd'e karşı özel bir duyarlılığı vardı. ‘Avangard', ‘modernist' bir edebiyattan yanaydı. ‘Klasikler' denince de öncelikle Ruslar'ı sevdiğini hatırlıyorum.

Belvü'yü birlikte bulduk sayılır. Belvü, Kalamış'ta bir otel olarak yapılmış. Ahşap ve dökülmekte olan bir bina. ‘Gençliğinde' çok şık ve çok popülermiş. Altmışlarda, iki ortağından hayatta kalmış olanı Andrea (Rumdu) yeniden işletmeye başladı. Başladı ya, Belvü artık dökülüyordu. Bizi kendine çeken de buydu zaten. Tuvalete gidiyorsun, eski konaklarda gördüğünüz sedefli kapı tokmağı. Açıyorsun, bu yandaki tokmak düşmüş, en adisinden bir demir tokmak. Sandalyenin en şıkı var, en ucuzu, açılır - kapanır cinsten olanı da. Onun yanında hasır bahçe koltuğu, hepsi yan yana duruyor. Her şey böyle. Yalnız bizi değil, birçok kişiyi de etkilemiş olmalı ki hiç boş da kalmıyor. Müşterisi bol ve çeşitli.

Annem, kendi gençliğinde Dario Moreno'nun burada şarkı söylediğini hatırlamıştı. Bir piyano da vardı. Bizim meyhane alanı olarak yayıldığımız geniş salonda o zamanlar dans edilirmiş. Müdavimlerden fabrikatör İlhan Bey vardı, o bu piyanoyu çalar, Chopin'e filan da uzanır, ama dinleyen bizlere dönüp "Tuşlar cevap vermiyor" derdi.

Edip'in benim evime geldiği de olurdu (Sahrayı Cedit'te, annem ve ninemle oturduğumuz ev). Patriyot Hayati ile (Patriyot, eski tüfeklerdendi; gençliğinde hapishanede epey zaman geçirmişti) geldiklerini hatırlarım. Sonra çıkıp galiba Todori'ye gitmiştik. Güzel meyhaneydi Todori. Todori ölünce yeni varisi belirdi. Paylaşma işinin içinden çıkamayınca, bahçede yan yana masalar koyup oturdular; her gece, ‘müessese' kapanırken onlar mirası paylaşırdı.

Bir keresinde de Metin Eloğlu ile geldiler. O gün Metin bana küçük bir yağlı boya armağan etti. Non-figüratif, ama çok hoş bir şey, çeşitli taşınmalarımdan birinde kaybettik. Aklıma geldikçe hep sıkıntı basar "Nasıl kaybedersin?" diye. Metin o sıralar resimle geçiniyordu.

Metin'in yakın arkadaşı Demirtaş Ceyhun'du. Ondan epey Metin Eloğlu hikâyesi dinlemek mümkündü, hikâyeler de epey eğlenceliydi. Adını unuttuğum küçük bir gazete sahibi, gazinoda Radife Erten şarkı söylerken kötü çalan klarnetçiye kızıp rakı şişesini sahneye fırlatıyor. Aralarında Metin'in de olduğu grup karakola götürülüyor; orada Metin'le karakolun komiseri arasında kavga çıkıyor. Kavgada söylenen, tekrar edilmesi sakıncalı sözler filan filan...

Cemal Süreya'lı yıllar

Cemal Süreya ile de Memet Fuat'ın bürosunda tanıştık ama bu tanışmalar ‘arkadaş olma' aşamasına gelmiyordu. Cemal'le ne zaman ve nasıl bu aşamaya geldiğimizi hatırlamıyorum. Ama kısa zamanda geldik ve çok yakın olduk. Cemal bu sıralarda Maliye Müfettişliği'nden istifa etmiş. Bir yazar olarak yalnız yazdıklarıyla geçinmek istiyor. Deneyecek, ‘oluyor mu' diye. Papirüs'ü yeniden yayınlamaya (ve ondan da bir şeyler kazanmaya) hazırlanıyor. Bu arada Tomris Uyar'la birlikte yaşıyorlar. Tomris'in babası varlıklı sayılacak bir avukat. Çeşitli mülkleri arasında Taksim'de (galiba Talimhane'deydi) bir bodrum katı var; Cemal'le Tomris orada oturuyorlar.

Ev şenlik, çünkü evde Tomris var. Tomris'in tükenmez espri kaynakları, zekâsı, ayrıca da sesi, şarkı söyleme yeteneği. Ama öyle ciddi, ağır parçalara pek rağbet etmiyoruz o sıra (arada bir): Örneğin kanto söylüyoruz. "Mini mini bir kuştum / Deli gibi olmuştum / O da busemle coştu / Ah o gece ne hoştu" kantosunu ben Fikriye Hanım'dan önce Tomris'ten duyup öğrendim. Bu şarkıların arasında kıyamet kadar da dedikodu yapardık. Sanat-edebiyat dünyası öyledir; dedikodusuz tadı çıkmaz.

Tomris daha önce Ülkü Tamer'le evliydi ve görece yeni ayrılmışlardı. Bebekleri sırtüstü yatırılmış uyurken kusmuş ve kusmuğunda boğulup ölmüştü. Sanırım bunun farkına varmamak ‘suçu' da Ülkü'nün sırtına binmişti. Bu çok trajik ölüm onların evliliğini bitirmişti ama dostluklarını bozmadı. Ülkü de sık sık gelirdi bu eve. Papirüs girişiminde de onun yeri vardı. Her zaman çocuksu kalmayı başarabilen Ülkü çok hoş bir insandı.

Tomris'in mizahından söz ettim; Cemal de birinci sınıf mizahçıydı. Onun için bu buluşmalarımız çok eğlenceli olurdu. 1969-1970 arasında bir yıllık bir bursla İngiltere'ye gittim. O sıra Cemal'le bir kere mektuplaştığımızı hatırlıyorum. Mektubu kâğıda çaprazlama yazmıştı. Her şeyi herkesten farklı şekilde yapan bir adam. Dönüşümden kısa bir süre sonra Turgut Uyar, Ankara'dan İstanbul'a gelip yerleşti, karısı Yezdan'dan ayrılarak. Yoksa daha gitmeden önce miydi onun gelişi? Neyse, önce veya sonra, Turgut'la Tomris seviştiler; Tomris, Cemal'le yolunu ayırdı. Turgut'la evlendiler. İstanbul'a gelinceye kadar ben Turgut'la tanışmamıştım. Tanışınca iyi dost olduk. 

Turgut'a gene gelirim de, Tomris'le ayrılmanın Cemal'i kötü etkilediğini anlatayım. Cemal, içinde erotizm barındırmayan bir hayat yaşayamazdı. Onun için çeşitli ‘aşk'lar yaşamaya devam etti. Bu aşklardan biri de bu yakınlarda hayatını kaybeden Zühal Tekkanat'tı. Onunla evlendi ve bir oğulları oldu (Sonradan Cemal'in ölümüne yol açan oğlu Emrah). Oysa Tekkanat evlenmeden önce Cemal'in dalga geçtiği zayıf bir şairdi. Cemal'le birlikte şiir yazmaya başladılar ve bunları Elif Sorgun takma adıyla yayımladılar (Cemal'in bir takma ad takıntısı vardı. Bununla ilgili izlenimlerimi ‘Şairaneden Şiirsele' kitabımda anlatmıştım).

Şöyle bir sözü vardır: "Arkadaşlarıma çok fazla bağlandım... Kimi zaman da arkadaş yerine mürit aradım. Bütün bu kusurlar var bende." Tomris'ten ayrıldıktan sonra edindiği yeni çevrede bunu yaptığını düşünmüştüm. Örneğin Ercüment Uçarı, İkinci Yeni'nin uzun boylu, pırıltısı olmayan şairlerindendir. İkinci Yeni'nin şairlerini bir araya getiren bir dergi yayımlama fikri ortaya atılmıştı (70'lerde olabilir). Bunun arkası gelmedi. Edip orada bulunan Ercüment'e "Sen ne yapacaksın o dergide? Spor sayfası mı yapacaksın?" demişti. Edip sözünü uzun boylu sakınan bir adam değildi. Onun bu soruyu sorduğu Ercüment, Cemal'in yeni oluşturduğu çevrenin değişmez karakterlerinden biriydi. Öbürleri de çok farklı değildi.

Bir akşam Can Yücel'le Kadıköy'de yürüyorduk. Birden karşımıza Cemal belirdi. Selamlaştık tabii. O yoluna devam etti. Nedense bende tuhaf bir duygu yarattı bu sıradan olay. "Yahu" dedim Can'a, "Sen de fark ettin mi? Cemal'in yüzünde sanki maske vardı?" Can azıcık düşündü, sonra "Doğru yahu! Neden acaba?" dedi. Biraz konuştuk ama içinden pek çıkamadık.

Arkadaşlarının özel hayatlarına müdahale ettiğini de öğrendim. Birini birine aşık ediyor, birini karısından ayırıyor, filan böyle hikâyeler dahi anlatıldı, ama ben eskisi gibi yakın olmadığım için bunların ne derece doğru olduğunu bilmiyorum. Abartma da olabilir.

Aslında çok insan tanıyan ve genel olarak insanı iyi tanıyan biri olduğunu söyleyebilirim. Sonradan ‘99Yüz' adıyla kitaplaştırılan denemelerinde onun bu yeteneğini hemen sezersiniz. Burada ben de varım. Arayıp buldu ve randevu aldı. Evime geldi, röportaj yaptı. Ama yazdıkları pek o röportajdan çıkarılmış şeyler değildi. Bayağı ‘resmi' bir havayla geldiğini, hatta arada "siz" diye hitap ettiğini hatırlıyorum, ama sonuna doğru, eskisi gibi konuşmaya başlamıştı.

Tomris'le birlikteliğinin bitmesinden bir süre sonra yeniden Maliye Müfettişliği'ne dönmek gereğini duymuştu. Yalnız edebiyatla geçinmek mümkün olmuyordu. 1970'te ‘Papirüs' de kapandı. Bunlar da kendini ‘yenik' hissetmesine katkı sağlamış olabilir. Papirüs tutkusuydu; daha önce de (1960-6; dört sayı), bundan sonra da (1980; üç aylık iki sayı) aynı anda yayımlandı. Özellikle 60'larda çıkardığı Papirüs'ün Türkiye dergicilik tarihinde yeri vardı.

Cemal, Maliye Müfettişliği'ne bayağı önem verirdi. Haklıydı da. Türkiye'de devletin yapılanmasında Maliye Müfettişi ciddi önemli bir adamdır. Hele taşrada, ‘Maliye müfettişi gelmiş' haberi duyulduğunda sanırım epey bir varlıklı kişi, hafif ya da ağır bir ürperti geçirir. Müfettiş bey devlet lojmanına ya da kentin iyi bir oteline yerleşir. Evrak getirtir, insanları çağırır, yani sıkı bir denetleme yapar. Bunun sonunda verginizi kaçırdığınız vb. bir durum ortaya çıkabilir ve başınız derde girer. Cemal de böyle çok gezmiş, çok görmüştü

Silvana Pampanini Söke'de

Bu iş gezilerinin birinde yolu Söke'ye düşüyor. Söke tabii zengin yeri, bir zamanlar tütün yetişirdi ama şimdi başlıca ürün pamuk. Ayrıca Ege'ye özgü meyveler; başta incir, ayçiçeği çok şey yetişir. Bir zamanlar çok geniş yer tutan bataklıkları okaliptüs ekerek kurutmuş, verimli tarım toprağına dönüştürmüşler.

Dört büyük toprak sahibi aile vardır; Tanmanlar, Özbaşlar, Fıratlar ve Kocagözler. Fıratlar'dan Halil, High School yatılı kısmındandı, oradan arkadaştık. Fadıl Karagöz'ü (Samim Karagöz'ün oğlu) çok severdim. İkisi de öldü.

Günün birinde, Söke zenginleri akıllarda kalacak bir olay yaratmaya niyetlenmişler. Ne olabilir? Bir eğlenti olmalı. Ayrıca, akıllarda kalacak bir kişi katılmalı. Bunun da ‘ecnebi' olması daha uygun olur. Düşün taşın, Silvana Pampanini'de karar kılmışlar. Pampanini, İtalyan sinemasının ‘hafif siklet' starlarından. Ama burada tanınıyor, seviliyor. Artık nasıl örgütlendilerse, temasa geçilmiş, kadını razı etmişler. Özel uçak tutulmuş, Pampanini İzmir'de karşılanıp Söke'ye götürülmüş; sofralar kurulmuş (bahse girerim, Kuşadası'na götürmüşlerdir). Silvana, yalnızca bu sofralarda kendini mi gösterdi (güzellik kraliçeliğinden sinemaya yönelmişti), yoksa bir marifet de gösterdi mi (şarkı söyler, dans eder, piyano çalardı), bilmiyorum. Olayın sonunda gene uçağına bindirmiş, selametlemişler.

O tarihlerde Silvana'nın baş rol oynadığı filmlerde Sophia Loren, Gina Lollobrigida yardımcı rollerde. Söke zenginleri "Söke'ye şan oldu" derlermiş. Cemal bunları sonradan öğrenmiş, tanık değil. Bu şan verici olaydan ötürü kimseye vergi cezası kestiğini sanmıyorum.

Turgut Uyar: Çok iyi banka soyarım!

Gelelim Turgut'a (Panpanini'den Turgut'a tuhaf bir geliş olacak ama...). Turgut Uyar'ı tanıyıp da sevmemenin mümkün olduğunu düşünemiyorum. Mavi gözleri, sarışın saçı ve bıyıklarıyla, bir iyilik meleği çağrışımı yapan bir yüzü vardı. Fazla konuşkan sayılmazdı. Hele kalabalık masalarda genellikle sessiz kalır, dinlerdi. Böyle yumuşak huylu insanların öfkesi tuttu mu dünyanın altını üstüne getireceklerine dair yaygın bir inanç vardır ve muhtemelen doğrudur. Turgut'un böyle bir ruh haline geçtiğini ben hiç görmedim, ama herhalde -seyrek olarak- görenler de olmuştur.

Unutamadığım bir anı var. Mehmet Sönmez'le siyasi serüvenimize değinmiştim. Mehmet çok yönlü adamdı. Bir gün dedi ki "Yahu, senin yakın arkadaşın Edip, Turgut, Cemal gibi şairler. Bu 12 Mart havası içinde sinirlenip yazdıkları, ama yayımlayamadıkları şiirler oluyordur diye düşünüyorum. Bunları biz ad vermeden teksirle çoğaltabiliriz. Hem de bizim militanlara nitelikli şiir okutmuş oluruz. Lisan-ı münasiple bir ağızlarını arasana, var mı ellerinde böyle şeyler?" dedi. Aklıma yattı. Edip'e, Cemal'e söyledim, pek ‘pozitif' cevap gelmedi. Turgut'la Tomris o sıralarda davet ettilerdi; Büyükdere'deydiler o sırada. Yemeğin bir aşamasında ‘lisan-ı münasip'le, konuyu çıtlattım. Turgut'un saçları, bıyıkları dikeldi! "Senin bu insanlarla bir bağlantın mı var?" dedi. "Yok, canım, ne ilgisi var?" dedim. "Hani, tanıdığının tanıdığı, belki böyle bir yol bulunur, diye söyledim. Yani bu insanların hayatında böyle bir şey olsun, edebiyat, şiir olsun diye düşünüyorum da ondan." Odadan çıktı. Birazdan elinde bir tabancayla geldi. "Bak, bu benim askerlikten beylik tabancam." dedi. "Ben çok iyi banka soyarım, kimsenin de aklına bile gelmez!" Çattık mı, çattık. İnandıramadım. "Benden örgütü saklıyorsun" dedi. Bundan ötürü aramız açılmadı tabii.

Çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle bir araya geldik. Bu karşılaşmalarımızda ben Turgut'un çok mutlu olduğu duygusunu almadım. Tomris'le birlikteliğin erken dönemlerinde daha mutluydu sanki. Böyle konulara rahat girebildiğimiz için Edip'e ne düşündüğünü sordum. Bu, gene Turgut'larda bir akşam yemeğinden sonraydı. Edip, "Hmm" dedi, biraz düşündü. Birden "Geçen akşam, siz oradayken Tomris ne giymişti?" diye sordu. "Derin yırtmaçlı, şile bezi bir elbisesi var, onu mu giymişti?" "Evet" dedim. "Yahu, bu konularda Turgut eski kafa, Türk erkeğidir" dedi. "Hoşlanmıyor onu giymesinden. Tomris de hiç oralı değil. Sanki kasten yapıyor."

Neyse, bunlar fazla özel konular, uzak duralım.

Turgut'un ayrıldığı karısı Yezdan'la hiç tanışmamıştım. Bir gün sordum, "Nasıl bir insandır? Duyarlık bakımından uyuşur muydunuz?" "Gittiğimiz bir yerde bir kadınla biraz uzunca konuşsam arkasından gelir, beni sorgulardı" dedi. "Bu olaydan sonra ben biraz düşününce o kadında bir farklılık, bir çekicilik olduğunu fark ederdim." Eh, kimse o kadar masum değil.

Kemal Özer'li günler

Kemal Özer'le uzun zaman çok yakındık. Onu da, eşi Günseli'yi de çok severdim. Çok da eğlenirdik birlikte. Gelişkin bir nükte yeteneği vardı. Şiirlerinden pek belli olmaz, ama "Ay gibi Leyla gibi ay gibi Leyla" türünden dizelerinde sezilebilir.

İkisi de Türkoloji'de öğrenciyken tanışmışlardı. Kemal bitirmedi diye hatırlıyorum. Bir tarihte Kadıköy tarafına taşındılar, Şifa'da bir daire kiraladılar. Kemal aynı zamanda, Moda'nın Karakol Sokağı'nda bir kitapçı dükkanı açtı. Daha önce de Beyazıt'ta, Beyaz Saray'ın bodrum katında dükkanı vardı. Çok kişi gelir giderdi. 

Moda'daki dükkanında kısa bir zaman sonra genç bir müdavim takımı oluşturdu. Yanılmıyorsam dört genç vardı böyle sık sık uğrayan. Biri Okay Gönensin, biri Hulki Aktunç, biri Arif Çağlar, bir de adı ‘'Neşet'' diye kalmış aklımda, sonra Kimya Fakültesi'ne giren biri. Ben de o dükkanda tanıştım bu insanlarla. Sonra hemen hepsiyle bir şeyler yaptım, bir ilişkimiz oldu. Kemal, Beyazıt'tayken başlattığı Şiir Sanatı dergisinin yayını burada sürdürüyordu. Para sıkıntısı çok çekti.

Cumhuriyet'in tashihçi yazarları arasındaydı. O yıllarda Doğan Hızlan, Konur Ertop, Atilla Özkırımlı, Adnan Özyalçıner, Mustafa Baydar maişetlerini buradan çıkarırdı.

Kemal çok yetenekli bir şairdi ama yazdığı şiirden hoşnut değildi. O da İkinci Yeni tarzında başlamış, kısa zamanda tanınmıştı. Bir yandan sosyalistti ve sosyalist içerikli bir şiir yazmak istiyordu. 12 Mart ortamı da onu o yöne itiyordu. Öte yandan, kaba saba bir bağıtlı şiir yazmaktan yana da değildi.

Mehmet Fuat Kemal'i de, şiirini de severdi. Siyasi, sosyalist bir şiir yazılacaksa, bunun Kemal gibi incelikli bir şairin kaleminden çıkmasını özlerdi. Bunu Kemal'e de söylerdi. Kemal böyle bir denemeye girişme kararını verdi ve tarzını değiştir. O sıralarda yalnız şiirle değil, genel olarak hayat tarzını değiştirmeye hazırlanıyordu. Biz de eskisi gibi görüşmez olduk. Onu bu yeni döneminde sanırım hiç görmedim. Derken birgün aniden ölüm haberi geldi.

Oktay Rifat'tan bir anı anlatayım: altmışların sonun da psikiyatrik bir rahatsızlık geçirdi; paranoya oldu. Kuzguncuk'ta bir yalıda oturuyordu. Karşı kıyıda bir takım adamların teleskoplar falan yerleştirerek kendisini izlediğini vehmediyor; gün geliyor, ‘'İsmet Paşa'ya suikast hazırlıyorlar'' diye tutturuyordu. Tedavi gördü, ilaç aldı ve atlattı bunları. O sıralar Sinematek Şişli'nin arka sokaklarında bir sinema salonunu kiralamış. Othello oynuyor. Sigara arasında çıktık.

Oktay Rifat da Sabahat hanımla orada. Yanına yanaştım. Aldığı ilacın adını verdim. "Günde üç tane, yemekten sonra" dedi Oktay. "Hiçbir şeyi kalmaz." Othello ilaca yetişememişti.

Korkma! Sönmez!

Yazdıkça yeni şeyler geliyor aklıma. Bir Can Yücel hikayesiyle bitireyim. Can bir akşam Mehmet Sönmez'le tartışmış. Bermutat çok içkili ve daha da çok ölçüsüz. Mehmet'e bir yumruk atmış. Bayağı yumruk. Mehmet bundan önce de aralarında geçen çeşitli tatsız olaylara bir de yumruk eklenince küsmüş Can'a, selamı sabahı kesmiş. Böyle epey bir zaman geçmiş. Mehmet o sıralarda Bodrum'a yerleşmişti. Bir sabah Yeldan'la birlikte kalenin oradaki açık hava kahvesine geliyorlar. Mehmet bakıyor, Can Yücel'i otururken görüyor. "Buraya girmeyelim" diyor, çark ediyorlar. Ama bu arada Can da onu görmüş, bağırıyor arkalarından: "Korkma! Sönmez!"


* Bu yazı, ilk olarak T24 Yıllık'ın 2022 sayısında yayımlanmıştır

Yazarın Diğer Yazıları

Değişen dünya

Solun daldığı kış uykusundan uyanması, silkinmesi ve toparlanması gerekiyor, diye düşünüyorum. Bu işe girişirken cesur olmak çok önemli. “Geçiştirme” değil, gerçek bir özeleştiri gerekiyor

İsrail: Sonu nereye varacak?

Savaşa varmadan durulmasıyla daha iyi bir dünyaya adım atmış olur muyuz?

Değişim beklenir mi?

Birinci gelen parti AKP'nin ikinci parti olma sürecini izleyeceğiz, gözlemleyeceğiz. Kim ne diyecek, nasıl tavır alacak?