Britanya’daki referandumu önemsiyorum: Britanya’nın bundan sonraki gidişatına yapacağını tahmin ettiğim etkiler nedeniyle; Avrupa Birliği’nin geleceğinin biçimlenmesinde oynayacağını sandığım rol nedeniyle; ve dünya siyasetinde açmış olduğundan korktuğum kapı nedeniyle.
Bir perşembe günü referandum yapıldı. “Leave” (ayrıl) diyenlerin yüzde 52’yi bulduğu anlaşıldı. Demek ki “Remain” (kal) diyenler yüzde 48’de “kal”mıştı. Bunu umanlar vardı; ama “bekleyen” pek yoktu. Onun için sonuçlar her şeyden önce bir şaşkınlık yarattı. İlginç olay, en azından görünüşte en fazla şaşıranların “Avrupa’dan çıkalım” hareketinin önde gelen sözcüleri olması.
Bu kahramanlardan Johnson, “50. maddeyi işletmeye koymakta acele etmeyelim” diyor; ötekiler, sağlık örgütlenmesine, ilân ettiklerinden çok daha az (lafı edilmeye değmez oranda) fon ayrılabileceğini itiraf ediyor; biri, televizyonda göçmen sayısında umulan düşmanın olamayacağını ilân ediyor.
Kaynayan bu kazanın altındaki ateş, fiilen ayrılma gerçekleşene kadar sönebilir. Bu, yabana atılmayacak bir muhtemel sonuç!
Onların bu şaşkınlığı normal. Bu kadar başarılı olduklarını tahmin edemiyorlardı, ama başarılarının oranını yükseltmek için yapamayacakları yoktu (size bazı, başka örnekleri de hatırlatıyor mu?) Onun için vaad ettiler, vaad ettiler ve vaadlerine sınır koymadılar. Dolayısıyla bunlar vaad olmaktan çıktı - “yalan” oldu. Yalan söyleyerek kazandılar. Şimdi yalanlarıyla yarattıkları beklentiler hakkında açıklama yapmaları gerekiyor.
“Ülkeyi geri almak” diye bir slogan icat etmişlerdi. Bizim “yerli ve millî” ila aynı öncülere oturan ve onun kadar anlamsız olan bir slogan. Roger Cohen de “Kimden geri alacaksınız?” diye soruyordu.
Evet, kimden?
Anlaşılan o ki, Avrupa Birliği’nden…
Ne olacak şimdi? Avrupa Birliği’nin askerleri, yargıçları, valileri, Britanya’yı terk mi edecek? Vaktiyle Britanya askerlerinin, yargıçlarının, valilerinin Hindistan’ı terk ettiği gibi?
Böyle bir şey olmayacak, çünkü böyle bir şey zaten olmadı. “Geri alınan” ülke, oylamadan önceki ülke. Sadece, AB içinde kalmanın sağladığı bazı avantajlardan yoksun kalmış olarak. Ne gibi avantajlar? Örneğin, “ayrılma” için oy veren (çöküşe geçmiş) eski sanayi merkezlerinin yeniden ayağa kaldırılması için yapılan yardımlar!
Haftada bilmem kaç yüz milyon AB’ye gidiyordu. Ayrılınca bu yükten Britanya kurtulacak ve bu parayı NHS için (yani “Ulusal Sağlık Servisi”) kullanabilecekti. Şimdi, “ayrılalım” kampanyasının önde gelen sözcüleri böyle bir fon olmadığını söylüyor. Daha güzeli, gerçekten çok iyi bir sistem olan “NHS”i yok eden, şimdi bu ayrılma kararının çıkmasına herkesten çok emeği geçen Tory’lerin (Muhafazakâr Parti) o günkü önderi Margaret Thatcher’dı.
En sıcak konu olan “göçmenler!” Britanya’ya AB içinden ve dışından göçmen gelmesinde AB’nin payı son derece düşüktü. Şimdi, ayrılma tam gerçekleşirse, gelen göçmen oranında kayda değer bir düşme olmayacak. Bu “felâket”, her şeyden önce “Büyük” Britanya’nın kendi emperyalist geçmişinin bir sonucu. “Polonyalı muslukçular” ise Polonya AB’ye girmeden önce gelip Britanya’da çalışıyorlardı.
Bu bağlamda en komik hikâye “Referandum yenilensin” amaçlı imza kampanyası! Anlaşılan, “ayrılmacılar” nasıl olsa kazanamayacaklarını düşünmüşler; “mücadeleye devam” olarak böyle bir kampanya örgütlemişler. Sonuç bu sonuç olunca, AB’de kalmaktan yana olanlar çok sayıda imzalarıyla “Referandum yenilensin” trenine atlamışlar. Bundan ne sonuç çıkar bilemem.
Neyse, yalancılıkları şovenizmleriyle, şovenizmleri yalancılıklarıyla yarışan bu adamların ne durumda oldukları o kadar da önemli değil. Onların oynadığı rol sonucunda Britanya’nın ne durumda olduğu daha önemli.
Britanya’nın siyasi seçkinleri oldukça cılız olan mevzuatı eğip bükmeyi, zor durumlarda birtakım uzlaşmalara varmayı iyi bilirler
Ama o “durum”un ne olduğunu da çok iyi göremiyor, şimdiden bilemiyoruz. Her kafadan bir ses çıkıyor da, bunların çoğu AB içinde kalmak isteyenlerden çıkıyor.
Cameron, Britanya’nın 10 Downing Street’te gördüğü en beceriksiz başbakanlarından biri. İşi buraya getiren (“referandum”u öneren ve gerçekleştiren) o. Ama kendisi AB içinde kalmaktan yana. Şimdi, bütün olanlardan sonra yapılabilecek şeyi yapıyor ve istifa ediyor. Referandum sonuçlarına karşı çıkılamayacağını söylüyor ve bunun gereği yapılacaksa, kendinden sonra buraya gelen tarafından yapılması gerektiğini beyan ediyor. Cameron, giderayak doğru konuşuyor.
Hani kof kabadayılar olur, “Erkeksen gel de…” falan diye bağırır; derken “gel” diye bağırdığı kişi gelir. O zaman bizimki ne yapacağını bilemez. “Ayrılma” diyenler şimdi benzer bir durumda. Dolayısıyla onlar suskun, “Kalalım” diyenlerin sesi çıkıyor.
Referandum “ayrılalım” dedi. Şimdi Cameron ya da muhtemelen Johnson bu talimatı uygulamaya kalkınca ne olacak? Yukarıda değindim. Avrupa Birliği sözleşmesinin 50. maddesinin çalıştırılmasını talep edecek. Daha önce kimse birlikten ayrılmadığı için bunun bir örneği de yok. Maddeyi yazmış oraya koymuşlar ama nasıl işleyeceğini kimse çok iyi bilmiyor. Ancak, başladıktan sonra, şöyle iki yıllık bir süre alacağı tahmin ediliyor. Yani, akşamdan sabaha olup bitecek bir şey değil. Ayrıca, bu sonuca rağmen, zaten “yazılı anayasa”sı olmayan Britanya’da, “Şu kadar zaman içinde 50. madde için harekete geç” diyen bir hüküm de yok. Başvurulursa, başvurulur, gerisi AB bürokrasisi, formalitesi. Başvurulmazsa ne olur? O da çok belli değil.
Bu ne demek? Belki de referanduma rağmen “ayrılma” olmaz demek. Britanya’nın siyasi seçkinleri oldukça cılız olan mevzuatı eğip bükmeyi, zor durumlarda birtakım uzlaşmalara varmayı iyi bilirler. Şu anda “referandum yenilensin” kampanyası var; ayrılma sürecinin aşamalarından birinde Britanların “ayrılma” şevki kırılabilir vb.
Cameron, Britanya’nın 10 Downing Street’te gördüğü en beceriksiz başbakanlarından biri
Bazı “teknik” durumlar da var. İskoçya yüzde 60’ın üstünde bir oranla “kalalım” dedi. Kuzey İrlanda da “kalmak”tan yana. Şimdi onların parlamentoları, “Durun bakalım; bizim gitmeye niyetimiz yok” diyebilir - İskoçya Milliyetçi Partisi Başkanı söyledi bunu. Bu iş, İskoçya’nın Britanya’da kalıp kalmama referandumunu yenilemesine kadar varabilir.
Yani, kaynayan bu kazanın altındaki ateş, fiilen ayrılma gerçekleşene kadar sönebilir. Bu, yabana atılmayacak bir muhtemel sonuç!
Ama bugünü ruh halimle ben bu tip şeyleri fazla önemsemiyorum. Bu referandum yapıldı. Bu bir oldu. Sonuç yüzde 48’e yüzde 52. Bu da bir olgu. Bu olguların anlamı ne? Yazının başında dediğim gibi AB için ne? Dünya için ne? Devam edeceğim.