03 Nisan 2020

Bir sendrom

Türkiye’nin "Batılılaşma" serüveninde sürekli karşımıza çıkan bir kalıp bu: "Biz birçok şeyi Batı’dan önce yapmıştık" deme ihtiyacı. Her zaman söylerim: Bir toplumun yapageldiği bazı şeyleri yapmaktan vazgeçip yapmadığı bazı şeyleri yapmaya çalışması o toplum için can sıkıcı bir durumdur

Bir kitap okuyorum, adı "İstanbul Sohbetleri", yazan da Midhat Sertoğlu; Murat Sertoğlu’nun kardeşi. Adının da akla getirebileceği gibi "nostaljik" bir kitap. Çok zaman hoştur böyle kitaplar okumak; bu da öyle. Artık olmayan bir hayat tarzını, insan tiplerini, adetleri tatlı tatlı anlatıyor. Aslında büsbütün bilmediğimiz şeyler değil, ama keyifle okunuyor. Ayrıntılar zengin ve anlamlı. 

Bunu okurken ilginç denecek bir konuya geldik. "İlginç", aynı zamanda kitabın genel karakterinden sanki biraz farklı. Midhat Sertoğlu Topkapı Sarayı’nda bulduğu (ya da Topkapı Sarayı ile ilgili bir arşivden) birtakım kayıtlara rastlamış. Burada bazı hekimlere ödenen paranın bilgisi varmış. Önemli olan bu değil. Yavuz Sultan Selim zamanından olduğu anlaşılan belgede gösterilen doktorlardan birinin adının "Hekime Karı" olarak yazılmış olması! Hekime Karı topu topu iki akça (muhtemelen "yevmiye") alıyormuş ki bu onun üstünde adları yazılı erkek doktorların aldığından epey düşük. Ama Midhat Sertoğlu bu "rayiç" farkıyla ilgilenmiyor. Onu ilgilendiren, bu kadar eski bir tarihte sarayda maaşlı bir kadın doktor olması.

Yazının başlığının "sendrom" olmasının nedeni de bu. Türkiye’nin "Batılılaşma" serüveninde sürekli karşımıza çıkan bir kalıp bu: "Biz birçok şeyi Batı’dan önce yapmıştık" deme ihtiyacı. Her zaman söylerim: Bir toplumun yapageldiği bazı şeyleri yapmaktan vazgeçip yapmadığı bazı şeyleri yapmaya çalışması o toplum için can sıkıcı bir durumdur. Hayatın bir yanı muhafazakârdır ve insanlar hayatın bildikleri şekilde devam etmesinden huzur duyarlar. Ama böyle bir karar vermelerinin de herhalde bir zorlayıcı nedeni olmalıdır. Dünya tarihinin bir aşamasında yalnız Osmanlı toplumunun değil, bütün dünyanın "Batılılaşma" gereğini duymasının de böyle bir nedeni olsa gerek.

Ama, bunu yaptıran neden ne kadar "akla yakın" olursa olsun, bunu yapmak da sıkıcı bir şey. Ya da en azından yapmak zorunda kalanların en azından bir kısmının yapmaktan mutlu olmadıkları bir şey. Böyle olunca, olaya karşı çeşitli öznel, duygusal tepkiler oluşuyor. Bunlardan biri, epey yaygın görülen bir tepki biçimini psikolojide "sevgi-nefret ilişkisi" olarak sınıflandırıyoruz. Bu sürecin sonunda varmayı umduğun hedefi istiyorsun, yani seviyorsun, ama bunu başarmak için girdiğin davranış biçiminden hoşnut değilsin. Türkiye’de bu karmaşaya bağlanacak davranış boldur. Aynı adam, "Biz adam olmayız" diye söze başlayıp "Bizim gibisi var mı?" diye bitirebilir.  

Sevgi-nefret ilişkisi" diyorum ya, bu, yukarıda söylediğim gibi, "varmayı umduğun hedefi" istiyorsan geçerli. Ama toplumda herkesin böyle düşünmesi, o hedefi gerekli bulması da söz konusu değil. Olayı o düzeyde benimsemeyenlerin çevrelerinde olup bitenlerden duyacağı rahatsızlık elbette daha fazla.

Bu arada, gene sık rastlanan bir tepki, "taklit edilen"e duyulan düşmanlık. "Kim oluyor da onu taklit etmek zorunda kalıyorum" tepkisi. "O adamsa ben de adamım". Okuduğum kitaptaki tepki biçimi, bence buraya giriyor. Sertoğlu, "Biz Batı’dan önce profesyonel doktor yetiştirdik" demek istiyor. Sayılar, tarihler veriyor. İngiltere’de hangi tarihte kızlar Oxford’a, Cambridge’e öğrenci olabilmişler, İlk doktor ne zaman çıkmış vb.

Midhat Sertoğlu, karıştırdığı yazılı malzeme arasında böyle bir "Hekime Karı" kaydıyla karşılaşınca önce şaşırıyor, sonra seviniyor. Şaşırıyor, çünkü böyle bir şey beklemiyor. Niçin beklemiyor? Yaşadığımız toplumda "kadın-erkek eşitliği", kadınların meslek sahibi olması gibi fenomenlere alışık değiliz. 1518’de bulduğu bu "Hekime Karı"dan sonra kaç tane kadın doktor gösterebiliriz tarihte? Bu, söz konusu toplumda sürekliliği olan bir pratik haline gelmiş mi?

Bunu bulmuş olmanın verdiği sevinçle sayı verip Batı ile karşılaştırma yapıyor. Bu bir tane "Hekime Karı"nın kim olduğunu, neyin nesi olduğunu araştırmak gereğini de duymuyor. Büyük bir ihtimalle bir şey bulunmaz ama bulunduğunda kadının herhangi bir ciddi anlamda "hekim" falan olmadığı ortaya çıkabilir. Kim bilir belki Harem’de hastalananları asıl doktora haber veren kişidir.

Sertoğlu’nun sevinci ve bunu bizim herkesten önce "keşfettiğimiz" bir şey olarak öne sürme telaşı tekil bir olay değil. 

Örneğin Tayyip Erdoğan’ın Amerika’yı "Müslüman" denizcilere keşfettirme merakıyla aynı. Benim kanımca Kolomb’dan çok önce Portekizli vb. balıkçılar Amerika kıyılarında avlanmışlardı. Özellikle balıkçılar, rekabet nedenleriyle, buldukları, bildikleri şeyleri gizli tutarlar.

Araplar bunu başkalarından önce keşfetmişler de ne yapmışlar? Erdoğan’ın muhtemelen okuduğu eksantrik kitabı yazan kişi bu konuda bir kaynağa ulaşmış mı? Müslümanlar Küba’da, hem de cami yapmışlar... Ne Küba’da bunu hatırlayan var ne Arap dünyasında. Tarihin akışını hiçbir şekilde etkilememiş, belirlememiş bir olay, eğer bir "olay"sa. Leif Ericson’un seferinden iyi kötü haberimiz var da bundan hiç haberimiz yok. Kolomb’un gidişinden sonra epeyce üretilen "Amerikalı" haritalardan birinin Piri Reis’in eline geçmesinden başka hiçbir "kanıt" yok.

Tekrar edeyim: "Batılılaşma" gibi bir büyük olayı yaşamak, insan psikolojisinde çok akılcı olmayan birtakım tepkiler oluşmasına yol açabilir. Ama bu olayın üstünden bunca zaman geçtikten sonra böylesine "olgunluktan uzak" tavırlarla böylesine "büyümemiş çocuk" tepkilerinin de aşılması gereken bir çağ olmalı.

Yazarın Diğer Yazıları

Üç güne kadar seçim

Büyük kentlerin siyasi tercihlerinin uzun vadede belirleyici rol oynama potansiyelinin yüksek olduğunu biliyoruz

Futboldan al haberi

Futbolun oyuncusu da değil de özellikle seyircisinin davranışlarının bize toplumda yerleşmeye başlayan bir şeyleri haber verdiğini akılda tutmamızda yarar var

Kıran kırana

Erdoğan'ın kendine yakıştırdığı siyaset yapma üslubunda hedef, karşı tarafı yenmek ya da sadece yenmek değil, yok etmek