Yıllar önce Ankara'da Bahri Savcı'nın Tunalı Hilmi'deki evinde toplanıyor, devletin ve her şeyin başı olan Kenan Evren'e "sunulacak" ünlü "dilekçe"nin metnini yazıyorduk. Sıra YÖK'e geldiğinde şöyle konuştuk: 12 Eylül askerî yönetimi, o cephede hep olduğu gibi, Türkiye toplumunun "reşit" olduğuna inanmıyordu. Ahali olgunlaşamadan çok-partili sisteme geçildiği için bu halk yanlış üstüne yanlış yapıyordu. İyi de, şimdi askerî yönetim, bu toplumun en "eğitimli" kesimi olan üniversitenin de kendi başına karar verecek ehliyete sahip olmadığına inandığını gösterir şekilde "YÖK" diye bilinen kanunu ve kurumu icat etmişti.
Aradan otuz yıldan fazla bir zaman geçti. Geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi'nde rektör seçimi yapıldı. Hepimizin bildiği gibi, bu seçime ikinci kere giren Gülay Barbarosoğlu çok açık farkla kazandı. Üniversite, onun bir dönemlik rektörlüğünü fiilen yaşamıştı. Demek bundan hoşnuttu ki bu kadar çok sayıda insan rektörlüğünün devamı için oy vermişti.
Sonra, gene hepimizin seyrettiği ve gördüğü gibi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan YÖK'ün kendisine verdiği avantaja dayanarak bu sonucu imzasıyla onaylamayı reddetti. Oldukça uzun bir süre "bir şey yapmama eylemi" yaptı ve imzalamadı. Sürenin sonuna doğru ise rektörlük seçimine katılmamış birini rektör tayin etti. Bunun üstüne Boğaziçi'nin başarılı rektörü Gülay Barbarosoğlu öğretim üyeliğini de bırakarak ayrıldı.
Onun kazandığı seçimden sonra YÖK bile Cumhurbaşkanı'na yalnız Gülay Barbarosoğlu'nun adını vermişti.
Bu, görülmüş işitilmiş bir şey değil. Hukuku delik deşik olan Türkiye'de "ben yaptım oldu hukuku" çerçevesinde çiğnediği bir "yasa" olmayabilir, ama sağduyuya ve teamüle, "hakkaniyet" anlayışına, hepsinden önce demokrasi kültürüne tamamen aykırı. Yalnız "aykırı" değil; "aykırı" görece "nötr" bir kelime. Bu "demokrasiye düşman" bir davranış.
Demek bizim "Dilekçe"den beri otuz küsur yıl geçmesine rağmen, Türkiye'nin üniversiteleri kendi rektörlerini seçmeyi hak edecek bir olgunluk düzeyine hâlâ gelememişler. Üstelik burada söz konusu olan herhangi bir yer değil, ülkenin birçok bakımdan en yüksek nitelikli üniversitesi kabul edilen Boğaziçi.
"Seçim sonuçlarına göre çoğunluğu kaybetsem de ben iktidardan gitmiyorum." Tayyip Erdoğan topluma bunu bildirdi ve hâlen iktidarda. Boğaziçi konusu sonuçta bir üniversite - gibi görünüyor. Ama orada durum daha vahim. "Üniversite mensuplarının yüzde doksana yakınının oylarını alan birinin rektörlüğünü ben onaylamıyorum."
Öyleyse, şu düzeyde, bu düzeyde, "seçim sonucu" denen şey, benim hoşuma gittiği ölçüde geçerlidir. Hoşlanmadığım sonucu kabul etmem.
Dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Seçimi sınırlı, izole bir olay değil. Tayyip Erdoğan'ın istediği ve kurulmasını gerçekleştirmek üzere yola çıktığı "toplum"un nasıl bir toplum olduğuna dair verilmiş çeşitli sinyallerden biri.
Türkiye tarihinin bu toplumu keskin bir biçimde böldüğü hep bildiğimiz ve çeşitli terminolojiler ("Batılılaşma" veya "modernleşme" vb.) çerçevesinde tartıştığımız ezelî konu. Böyle bir konumda olan tek toplum biz değiliz herhalde ama bu bölünüklük bu toplumun bir sorunu. Sorunsalın o yakasında veya bu yakasında duran daha etkin aktörler ayrışmanın kendi durdukları yerin değerlerine göre giderilmesini istiyorlar. Tayyip Erdoğan bu kutuplardan birinde duruyor ve onun adına bu davayı görüyor. Söyleminin önemli bir kısmı, "karşı" cephenin zora dayalı bir "homojenleştirme" programı uygulamış olması.
Peki, bu seçim ve bu davranış ne? Tayyip Erdoğan kendisiyle aynı değerleri paylaşmayan, ama toplumun nüfusu içinde hatrı sayılır bir ağırlığı olan bu kesimin değerlerine ya da kararlarına saygılı mı?
Hayır. Ve kendi davranışına karşı tepkiler gösteri mahiyeti aldığı anda yapacağı yetiştirdiği polisi oraya göndermek. Bu da, düpedüz, "şiddet uygulamak" demek. Yani, yüzde 90 oy almış birinin rektörlüğünü "Ben onu beğenmiyorum" diye engellemek doğal, normal; ama bunu protesto etmek "yasadışı" şu, bu.
Bugün bu, yarın kim bilir ne... Ama Tayyip Erdoğan, zihnindeki toplumu zora ve şiddete de başvurarak korumakta kararlı.