Meclis’in açılış töreninde Tayyip Erdoğan ne zamandır işlemekte olduğu bir temayı bir adım daha ileri götürmüş; tema, Avrupa Birliği. Söz, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine artık ihtiyacının kalmadığı.
AKP 2002 seçim kampanyasında Avrupa Birliği üyeliğinden yana olduğunu ilan etmişti. Seçimi kazandıktan sonra bu tavrını devam ettirdi. Doğrudan temaslarda Abdullah Gül’ün yanı sıra Tayyip Erdoğan’ın kendisi de bulunmuş ve çalışmış, bu çabaların sonucunda ilişkilerde ciddi bir ilerleme sağlanmıştı. Yani, Erdoğan’ın bugün takındığı tutumun tersi bir yaklaşım söz konusuydu. Avrupa Birliği’nin o tarihlerde Türkiye’ye karşı tavrı da bugünkünden farklıydı. O zaman Türkiye’nin üyeliğini destekleyenler, örneğin Yeşiller, bugün, AKP iktidarının son birkaç yıllık performansından sonra, buna çok uzak duranlar konumuna geçtiler.
O tarihlerde, AKP’nin 2002 seçimini kazanmasından önce, AB üyeliğine karşı tavır alanlar arasında öncelikle bazı generaller dikkat çekiyordu. Zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök bu havada değildi ama çok sayıda generalin takındığı tavır, Türkiye’de siyasi bir karar vermeden önce Silahlı Kuvvetler’in o konudaki tutumuna bakmayı alışkanlık haline getirmiş çevrelerde de böyle bir tavrın yaygınlaşmasına yol açmıştı. AKP iktidarına karşı en şiddetli “Kemalist-ulusalcı” muhalefet de aynı çevreler tarafından yürütüldü. Bu bir “rastlantı” değildi.
Dolayısıyla o tarihte Avrupa Birliği ile yakınlık, bir “demokrasi garantisi”ydi. Tayyip Erdoğan’ın bir üyelik taraflısı olarak görünmesinin başlıca nedeni de herhalde buydu.
Erdoğan, açılış konuşmasında “Aslına bakarsanız bizim Avrupa Birliği üyeliğine artık ihtiyacımız da kalmamıştır” demiş. Böyle bir cümleden, bir zamanlar böyle bir ihtiyaç olduğu, ama artık kalmadığı anlamı çıkar. Tahmin ediyorum Erdoğan bunu öncelikle ekonomiyi kastederek söylüyor; ama bu sözü siyasetle sınırlandırarak yorumlamak istersek, 2002 ve sonrasında demokratik bir şemsiye olarak Avrupa Birliği’ne ihtiyaç duyulduğu, (Erdoğan’ın kendi ihtiyaç duyduğu şeyi “Türkiye’nin ihtiyacı” olarak sunması alışılmadık bir şey değil), ama iktidara sıkı sıkı sarılındığı bu günlerde ihtiyacın ortadan kalktığı yorumu yapılabilir.
Ben kendi hesabıma başından ber Avrupa Birliği üyeliğinden yana oldum ve bunu ekonomik değil siyasi gerekçelerle savundum. Türkiye geleceğini bir “demokrasi” olarak kurmaya karar verecekse, AB’ye girmelidir. Avrupa Birliği, “ulus-aşırı” özellikleri ve vaadleriyle dünyanın medeni bir “toplumsal örgütlenme” biçimini işaret eden bir birliktir. En önemli çekimi de benim için budur.
Türkiye’nin en ateşli AB taraftarlarının da bunlara pek fazla önem ya da değer vermediğini, konuyu ekonomik kazançlar çerçevesinde düşündüğünü biliyorum. Ayrıca bu da Türkiye için geçerli elbette. Erdoğan’ın bu anlamda “ihtiyaç kalmamıştır” demesini de doğru bir tespit olarak kabul etmek mümkün değil.
MÜSİAD’ın, “Anadolu Kaplanları”nın, “Müslüman Kalvenistler”in AKP iktidarının en önemli sınıfsal desteği olduğunu söylemek sanırım yanlış değildir. Avrupa’yla iş ilişkisi olanların bir çoğunun da bu kategoriler içinde yer aldığını biliyoruz. “Gümrük Birliği”nin çalışmasından genel olarak hoşnuttur v.b. Dolayısıyla onların, Cumhurbaşkanı’nın bu tavırlarından ne kadar mutlu oldukları, olacakları ilginç bir soru. Onların “ihtiyacı kalmış” olabilir.
Şimdi Erdoğan’ın, ihtiyaç kalmadığını söylerken kendi dünya görüşü çerçevesinde çok yanlış olduğunu söyleyemem. Siyasi demokrasi Avrupa Birliği’nde bütün bocalamalarına rağmen hâlâ birinci ölçüt. Tayyip Erdoğan’ın siyasi demokrasiden ne anladığı da ortada. Bu iki ucu uzlaştırmanın imkânı yok. Dolayısıyla Avrupa Birliği’ne yakınlık, sürekli oradan buraya bir eleştiri sağanağının yağacağı anlamına geliyor. Tayyip Erdoğan’ın dünya görüşünde de Hıristiyan Avrupa’ya (Batı’ya) dostane bir gözle bakmasını gerektiren bir şey yok. Ona göre, “ihtiyaç olmayan durum” normal, olağan durumdur. Belirli bir konjonktürde ihtiyaç vardı. Elhamdülillah geçti!
Gelgelelim, Türkiye’de birçok kişinin, bu arada AKP’ye destek olmuş ve olmaya devam etmesi beklenen birçok kişinin Avrupa ile bir alışverişi var. Bu alışverişin artarak devam etmesinden yana çok insan yaşıyor bu ülkede. Anket falan yapıldığında, “Avrupa bizi istemiyorsa, biz de Avrupa’yı istemiyoruz” üslûbunda cevaplar veriyorlar çünkü Türkiye’de konformizm bir erdemdir ve şu konjonktürde “makbul” cevabın bu cevap olduğunu biliyorlar. Ama için için düşünceleri farklı.
Bu durum Tayyip Erdoğan’ın konuyla ilgili konuşmalarına yansıyor elbette. Bu son konuşmada, önce “Bu süreci bitiren, havlu atan, vazgeçen taraf biz olmayacağız” diyor, bunun ardına “İhtiyacımız da kalmamıştır” kısmını ekliyor. Ama onu ekleyinceye kadar, daha bir yığın konuşmasıyla ve ayrıca fiilen yapılanlarla Avrupa Birliği’ni şiddetle provoke ediyor. Oradan, “Böyle bir ülkeyle AB’nin bir işi kalmamıştır” tepkisi geldiğinde “İşte onlar kesti. Biz zaten bunu önceden görmüş, söylemiştik” diyecek ve Avrupa’nın Türkiye’yi (tabii ki Erdoğan yönetiminde Türkiye’yi nasıl kıskandığı ve bu harikulade ilerleyişimizi durdurmak için nasıl kıvrandığını anlatacaktır. “Günah benden gitti” politikası Erdoğan’ın yön değiştirme kararını vermesinden beri adım adım, ama istikrarla sürüyor. Ancak, Avrupa Birliği de Erdoğan’ın bu taktiğinin –elbette- farkında ve Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’dan ibaret olmadığını da biliyorlar. Onun için, ilginç bir oyun.
Not: Yeni vergi tasarısı açıklandığında birkaç kişi yazmış ve söylemişti. Popülizmin bilinen taktiklerindendir: Çoğunlukları tedirgin edecek bir tedbiri halkın (bizim burada “millet”in) babası konumunda olan büyük önder halk lehine düzeltir. Yeni vergi oranının açıklanmasından sonra, bu sabah, Hürriyet’te “Vergi Zammına İndirim Sinyali” başlığını gördük. Her şey olması gerektiği gibi.