Noam Chomsky’nin medya ve siyasete önemli katkılarından biri “rızanın imalatı” kavramıdır. Rızanın imalatı kamuoyunu yönlendirmek, inandırmak ve ikna etmek üzerine kurulur. Bu durum dış politikada olduğu gibi iç politikada da geçerlidir. Rızanın imalatı sürecinde medyanın manüplasyon makinesi gerçek olmayan bilgi ve belgeler üzerinden kamuoyunu yönlendirmek için çalışır; iktidarların gönüllü dişlileridir bunlar; her ne kadar kabul etmeseler de demokratik olma adına totaliter bir zihniyetin, yeni dönem toplum mühendisliğinin bir parçasıdırlar. Sorular bu yönde sorulur, tek taraflı bilgi ve belge yaratılarak yayılır. Rızanın imalatının dünyadan onlarca örneği verilebileceği gibi çok uzaklara gitmeye gerek olmadan Türkiye’de bunun birçok örneğini görebiliriz. Hatta Türkiye’de daha da ileri gidilerek, kamuoyu oluşturma gereği bile duyulmadan yargıda bulunmak vaka-i adiye haline gelmiştir.
375 gün boyunca özgürlükleri elinden alınan Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de dâhil edildiği dava sürecinde de benzer bir yaklaşım söz konusudur. Ama asıl sorun devletin savcılarını bile aşma gayretiyle temelsiz iddiaların peşinde koşan, iddiaları doğrulamak için savcıların cübbelerini “giyen”, yeni dönemin sözüm ona gazetecileridir. Üstelik Ahmet ve Nedim ile ilgili savcıların bile kanıtlamakta zorlandığı, avukatların deyimiyle “kanıtlama ihtiyacı bile duymadığı” bir iddianame ile açılmış davada iddia makamının yerine kendilerine gazeteci diyen bu şahıslar oturmuştur. .
Düşmana bile saygı gösterilir!
Şartların eşit olmadığı, mağdurların yanıt verme olanağının bulunmadığı durumlar vardır. Hesaplaşma şartlar eşitlenince yapılır. Savaşlarda bile adil davranılır. Bırakalım gazeteciği, insan olarak vicdani bir yaklaşım bunu gerektirir. Türkiye’deki mevcut medya düzeni için en uygun tarif, güç ve iktidara yaslanıp, koşulların eşit olmadığını bile bile, amiyane tabirle bel altından vurmaktır. Gazetecilik ölçütleri gereği araştırmak, çapraz sorgu yapmak yerine, el altından ya da açıktan sunulan enformasyonu doğru kabul edip yargıda bulunmak yeni dönemin yöntemidir. Oysa enformasyon, adı üzerinde kontrol edilmemiş, doğruluğu yanlışlığı araştırılmamış ham bilgiden başka bir şey değildir. Ellerinde “kalem gücü” olan bazılarının doğrudan yargıda bulunduğu, mahkûm ettiği ve hatta kendilerinin doğru olduğunu göstermek için insanların onurlarını, geçmiş ve geleceklerini hiçe sayarak yargıda bulunduğu bir dönemi yaşıyoruz. Gazetecilik vicdan işidir. Kendilerini savcı ve yargıçların yerine koyan, hatta hüküm vererek gazeteciliğin en küçük kuralına dahi uymayanlardan insan olmanın temel bir unsuru olan vicdanı aramak da naifliktir.
Ahmet Şık ve Nedim Şener’in 375 gün süren esaretlerinin tek bir nedeni vardır: Türkiye basın ve düşünce tarihine geçecek biçimde, Gülen cemaati ile ilgili (konu farklı olsaydı tutuklanır mıydı?) tamamlanmamış bir kitap ve Nedim Şener’in polis, yargı ve asker de dâhil olmak üzere devletin tüm kurumlarının üzerinde fikir birliği içinde oldukları tek dava olan Hrant Dink cinayetinin didik didik eden araştırmaları. Bu bilinmesine rağmen her ikisi de sözüm ona meslektaşları tarafından “betona gömülmüştür.” Kimisi kendini etik gurusu olarak “görmüşken”, kimisi de hiçbir “mahcubiyet” taşımadan betona çimento taşımıştır. Oysa bir boks maçında bile rakibin eli bağlanmaz.
Nedim Şener'in cezaevinden çıktıktan sonra yaptığı açıklama manidardır:
“Betonun içine gömülüyorsunuz. Gazeteciler açısından şöyle bir handikap var; meslektaşları, beton dökülmüş meslektaşlarının üzerine dışarıdan beton dökmeye devam ediyor. O korkunç bir şey. Kendinizi savunamıyorsunuz ve sürekli infaz yapılmaya çalışılıyor. Şu anda süren davalarda yargılanan gazeteciler var. Onlara tek bir kelime etme şansı verilmeden sürekli haklarında yayın yapıyorlar. Yargıyı etkilemekse dibine kadar o yapılıyor. En kötüsü şu; yalan söylediğini açık açık gördüğünüz insanlara tek bir cevap veremiyorsunuz. Bana en ağır koyan bu oldu. Silahların eşitliği diye bir kural var. Eğer bir şeyi birinin yüzüne söyleyebiliyorsanız önemi vardır. Hiçbir meslek grubu, kendi meslektaşlarını bu kadar imha etmeye çalışmaz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yöntem olduğunu zannetmiyorum.”
Doğrudur; hiçbir meslek grubu kendi meslektaşlarını bu kadar imha etmeye çalışmaz. Ama Türkiye’de gazeteci gazetecinin kurdudur. Bu durum medyadaki sahiplik, medya-sermaye ilişkileri ile bile açıklanamaz artık. Çünkü sahiplik ücret öder, ruhunuz size aittir. Ama bugün ruhunu camia, cemaat, güç, iktidar ilişkilerine emanet edenler için vicdan, ahlak, meslek dayanışması sadece modası geçmiş naif kavramlardır.
Ahmet ile Nedim’in üzerine beton dökenler saymakla bitmez. İsimlerini anmak da gereksizdir. Onlar kendilerini bilirler. Hatırlayalım, iddianame ortada bile yokken “açıklanmayacak deliller varmış” anlayışı ile yazı yazanlara Ahmet Şık zamanında gerekli yanıtı verdi. Ahmet’in tutuklanması ile ilgili sağlam bir delil bulunmamasına rağmen birçok bahane aradılar. Klasik örnektir ama zamanın ruhuna fazla kapılmak insanı bozar. Ama insan zaten bozuksa yapılacak hiçbir şey yoktur. Bazı dönemler turnusol işlevi görür, ayrıştırır, açığa çıkarır. Bu dönem öyle bir dönem. Ve bazı kareler vardır, tarihe, arşive mal olur; tıpkı 375 gün önceki tutuklanma kararının ardından Orhan Dink’in sabaha karşı adliye önünde oturma eylemi yaparak Nedim’le Ahmet’e destek vermesi gibi. “Çorbada hâlâ kıl arayanlara” 1 yıl önce çekilen o fotoğraf yetecektir. Şık ve Şener gazetecilik yaptıkları için özgürlüklerinden olmuşlardır. “Kanıtları karartma durumlarının olmaması” gerekçe gösterilerek tahliye edilmeleri bile yanlıştır; ortada onları suçlayacak bir kanıt da yoktur. Onlara ders verilmek istenmiş, bu süreçte de vicdanını unutan kalemlerce üzerlerine beton taşınmıştır. Ama Şık ve Şener’i gömmeyi başaramadılar. Burada aramızdalar.