30 Aralık 2024

Kapanmayan yaraları, patlayan dikişleri ile dünya ahvali…

2000’li yıllarda akıllı makineler yapmayı başaran insanlık kendi aklını askıya almış gibi görünüyor diyebiliriz. Olumsuzlukların arttığı, umutların ve kurumların çöktüğü bu fetret devrinden nasıl çıkacağımız da nereye gideceğimiz de belli değil. Gerçi bazı çıkış yollarını gösterenler var ama dinleyenler yok…

Yeni bir yıla girerken son yılın önemli olaylarını anmak âdettendir ama onun yerine daha toptan bir bakışla 21. yüzyılın ilk çeyreği olarak son 24 yılı değerlendirmeye kalksak ne söyleyebiliriz; bu zaman dilimini nasıl anlatabiliriz?

Nereden baktığımıza göre değişeceği kuşkusuz.

Örneğin teknoloji açısından parlak bir 24 yıl yaşandığı aşikâr.

Tek tek saymaya gerek yok ama bu zaman dilimi içinde akıllı telefonlardan internet bağlantısına, görüntülü görüşmelerden yer belirleyici sistemlere, makine öğrenmesinden üretken yapay zekâya, sohbet botlarından insanımsı robotlara, gen teknolojisinden çip protezlere uzanan hızlı ve olağanüstü gelişmeler yaşandı, olağanüstülüğün giderek artacağı da biliniyor.

Ne yazık ki, bu parlaklığın küresel, sosyal, siyasal gelişmelere yansıdığını söylemek zor.

Yani birileri dördüncü sanayi devriminden, akıllı topluma -5.0 toplumu- gitmekten söz ediyor olabilir ama aşağıda sırlananlara bakarak “hangi akıl” diye sormak yanlış olmaz!

NewYork'ta İkiz Kuleler’e yapılan saldırı ile açtık 2000’li yılları ve savaşlar, darbeler, göçler, pandemi, ekonomik krizlerle devam ettik.

Örneğin uzun süre refah ve barış adacığı olan Avrupa’nın ortasında savaş var; nasıl ve ne zaman biteceğini bilemiyoruz.

Başkanlığına Trump’ın ikinci kez seçilmesi ile ABD için de kaygılar büyürken, Rusya, daha da çok Çin’in yükselişiyle çok kutuplu bir dünyaya gidildiği görülmekte ve hegemonik güçler arasında artan gerginlik nedeniyle 3. Dünya Savaşı olasılığının konuşulduğu zamanlara gelmiş bulunmaktayız.

Paylaşım kavgası bitmeyen Ortadoğu’da barış değil savaş olağanlaşmış durumda. Hegemonik güçler vekalet savaşları ile devrede, İsrail’in kaynayan kazana sürekli ateş taşıması da önlenemiyor.  

Örneğin Gazze’de yaşananlar ve Netanyahu’nun soykırıma uzanan cüreti hepimizi isyan ettirdi ama “uygar ve gelişmiş” dünya bunu engelleyemediği gibi, Uluslararası Ceza Mahkeme’sinin Netanyahu’nun suçlu bulup verdiği yakalama kararının pek hükmü olmadığını da gördük.

Gerçi uluslararası hukukun çok naif olduğunu, uluslararası ilişkilerde “gücün” konuştuğunu biliyorduk; yine de “gücün” kendisini bu kadar “çıplak” ortaya koymasını beklemiyorduk sanırım.

Suriye’de 13 yıllık savaş, yüzbinlerce ölü, milyonlarca sığınmacıdan sonra, geriye her yönüyle harabeye dönmüş bir ülke kaldı. Savaşı bitirmiş gibi görünen Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) gerçekte kurtarıcı mı olacağı, iç savaşı mı kışkırtacağı bilinemiyor!

Bir de “iklim krizi” gibi varoluşsal bir sorunumuz var ki, ne demeye geldiğini tüm bölge ve ülkelerde ortaya çıkan doğal afetler anlatıyor. Anlatıyor da son COP toplantısında ortaya çıktığı gibi bu çıkmaz sokaktan kurtulmanın bedelini ödemeye kimse yanaşmıyor.

Bu “uygarlık numuneleri (!)” arasında silahlanma yarışını da unutamayız. 2000 yılında dünyadaki silahlanma harcamaları 1, 2 trilyon dolardı, 2023’te bu harcamalar 2,4 trilyon doları geçmiş durumda… Askeri harcamalara küresel hasılanın yüzde 2,3’ü ayrılırken, hükümetlerin bütçesinin yaklaşık yüzde 7’si de bu harcamalar için kullanılmakta.[1]

Bu durumda savaşılmaz da ne yapılır; bunca silah boşuna mı üretilmekte!...

Oysa savaş değil de barış hedeflense, yukarıda zikredilen trilyon dolarlarla iklim krizine de, eğitimsizliğe de, yoksulluğa da para bulunacak ama olmuyor!

Olmuyor, o nedenle de gelirin ve servetin ne kadar adaletsiz dağıldığı, son yıllarda adaletsizliğin daha da arttığını ilan eden raporlar- örneğin dünyanın en zengin beş, sayıyla 5 adamı 2020’den buyana servetini ikiye katlarken, 5 milyar insanın da daha fazla fakirleştiğini söyleyen raporlar[2]- yazıp duran raporlar rafları ve benimki gibi yazıları süslemekle kalıyorlar!

Keşke diyorum, sosyal medyası, influencerlerı ile günümüzün teknoloji aşığı gençleri, geçmişin hippilerine özenip, “savaşma seviş” sloganlarıyla doldursalar dünyayı…

Ve keşke, marifetlerine hayran kalınan yapay zekâ ve sohbet botları, asıl marifetlerini insanlara bu aptallıklarını göstermekte kullansalar!...

Günümüzdeki “mucizevi” teknolojik gelişmelerin, keşke ,“asıl mucizesi” barışçı bir insanlığın yükselişi olsa!...

Saydığım dünya harikaları arasında, vergi cennetlerinde yatan paraları es geçemeyiz.  

Vergi Adaleti Ağı’nın yaptığı araştırmaya göre, çok uluslu şirketlerle zenginlerin vergi cennetleri ve gizlilik alanlarını kötüye kullanmaları nedeniyle dünya her yıl 480 milyar dolar vergi kaybına uğramakta:[3] Böyle giderse önümüzdeki 10 yılda yaklaşık 5 trilyon doların vergi cennetlerine gideceği de tahmin edilmekte.

Oysa kapitalizmin ve neoliberal politikaların efendileri olarak nutuk sahipleri, barış, refah, gelişme diye nutuk atıp sonra da finansal açıklardan söz ediyorlar.

BM’in vergi konusunda global düzeyde şeffaflık ve iş birliği sağlanması, çokuluslu şirketlerin adil vergilendirilmesi ve vergi kaçırılmasına çözüm bulunması gibi amaçlarla önerdiği çerçeve anlaşmayı da yıllardır reddetmekteler. Örneğin bu yıl yapılan müzakerelerde tasarı 10 ülke tarafından kabul edilmiş, 8 zengin ülke tarafından reddedilmiş, 31’i OECD üyesi olan 48 ülke de çekimser kalmıştır.  

Bu koşullarda demokrasi de olmuyor!... Ya da ancak müsveddesi var olabilmekte!

Demokrasi meselesi mühim!

Mühim çünkü, insan hakları ile demokrasinin ilke ve kurumları, insanlık ve uygarlığın geçmişten bugüne gerçekleştirdiği en değerli kazanımlar.

Yıkımının zararı da büyük.

Kuşkusuz, liberal demokrasinin ne kadar yeterli olduğu ve ne kadar gerçekleştiği tartışılır ama şimdi “illiberal” yönetimler üretir hale gelmekte ki, onun meşruiyeti ile insanlığın kazanımları tehlikede. 

Kuşkusuz bu gerilemeyle ilgili türlü nedenden söz edilmekte ancak esas olarak neoliberal politikaların yol açtığı hasarı ıskalamamak gerekiyor.

Ortaya çıkan fatura ortada: Bir yandan, neoliberal politikalarla hemen her toplumda eşitsizlik ve adaletsizlik büyüyüp, gelir dağılımı daha bozulmakta ve güvensizlik artmakta, öte yandan bu olumsuz gelişmeler birçok kesimi siyasetten uzaklaştırırken demokrasiye olan güveni de sarsmakta.

Bunun sonucunun, demokrasinin, demokrasiye ve kurumlarına pek de aldırmayanların elinde iyice “araçsallaşması” olduğunu ülkemizdeki örneklerle biliyoruz.

Olan bitenlerin trajik bir yanı da sosyal demokratların neoliberal politikalara karşı duramamaları nedeniyle demokratik solun “de facto” ortadan çekilmesiyle ilgili… Varlıkları sürüyor ama politikaları ortadan kalkmış durumda. Çaresiz kalan emekçilerin, kendilerinden yana görünen “sağ partilere” yanaşmalarına da şaşmamak gerekiyor! 

O nedenle, Nobel Ödüllü iktisatçı Stiglitz, Trump’ın seçilmesini, ABD ve dünya siyaseti açısından  “neoliberalizmin başarısızlığını sergileyen bir zafer” olarak nitelerken, bu zaferi yıkımla özdeşleştirmekte ki, haklı: [4]  Seçmenlerin yıllarca süren eşitsizlik ve umutsuzluk ardından yıkımı seçmelerinde ise, onun da vurguladığı gibi, neoliberal politikalarla ilgili olarak farklı bir politika izleyemeyen Demokratların payı büyük.

Yalnız Stiglitz değil; neoliberal politikaların fazla ileriye gittiği ve devletin sosyal rolünü gerileterek demokrasiye olan güveni azalttığını söyleyen epeyce araştırmacı var.

Oysa kapitalizm ile demokrasinin “ayrılmaz ikili” olduğu liberaller tarafından çok söylenmişti. Küreselleşme istenirken, bunun, demokrasinin yayılması ve gelişmesinde olumlu rol oynayacağı iddiasında da bulunulmuştu.

Ne var ki, küreselleşme ile “kapitalist sistem ve liberal demokrasi” tüm dünyada egemen duruma geldi ama bu egemenlik kapitalizmle demokrasinin ayrılmazlığı iddiasında bulunanları yalancı çıkardı.

Çünkü, eşitsizlik üreten kapitalizmle eşitliğe dayalı demokrasi arasında ilkesel bir uyumsuzluğun varlığını ve bunun giderilmesi için bazı koşullar gerektiğini görmezlikten geldiler.

Yıllardır sosyal politika ile uğraşıyorum; konuyla ilgili kitabımda da dediğim gibi, kapitalizmle demokrasinin uzlaşması için iki koşul önemli: İşçi sınıfının siyasal varlığı, alternatif politikaların ortaya çıkması ve demokrasinin çoğulcu bir nitelik kazanması için gerekli olurken, uzlaşmasını sürdürülmesi için de üçüncü ayak olarak “sosyal devlet” anlayışı önem taşımakta. Bu koşullarda sosyal politika da toplumun sistemle bütünleşmesini sağlayan bir “harç” niteliğini kazanıp demokrasiyi beslemekte.

Türkiye’de hiç gerçekleşmemiş gelişmeler yani!...

Batı Avrupa ülkelerinde ise, geçmişte emeğin siyasallaşması ve güçlü sol partilerin varlığının bu ülkeleri farklılaştırdığı biliniyor.  Ne var ki, buralarda da sosyal demokrat partiler küreselleşme, özelleştirme, finans sektörünün öne çıkması, kamu hizmetlerinin daralması gibi neoliberal politikalara karşı çıkamadılar. Geçmişin mirasıyla hala sosyo-ekonomik haklar ve koşullar açısından öteki ülkelerden farklı olsalar da, bu ülkelerde de eşitsizliklerin ve kaygıların artmasıyla sağ partilerin güçlendiği bilinmekte.

Bir bakıma kapitalizm ve neoliberal politikalar global düzeyde egemenlik kazandılar ama bu egemenlikle, liberalizmden “illiberalizme” geçilen bir dünyaya varıldı.

Dolayısıyla, bir “Pirus” zaferinden söz edilse yeridir.

Öyle bir zafer ki, siyasete güven azalırken, demokrasi seçilmiş otoritelere yol açmakta, demokrasiye gerçekten ihtiyaç duyan toplumun mağdur kesimleri ise, -kimi duygularına kimi korkularına kimi de ulufelere kapılıp-Trump, Erdoğan, Urban, Meloni, Milei gibi, halktan yana görünürken gerçekte sermayeden ve neoliberal politikalardan yana olanları seçer duruma gelmekteler.

Sonuç olarak, 2000’li yıllarda akıllı makineler yapmayı başaran insanlık kendi aklını askıya almış gibi görünüyor diyebiliriz.

Olumsuzlukların arttığı, umutların ve kurumların çöktüğü bu fetret devrinden nasıl çıkacağımız da nereye gideceğimiz de belli değil.

Gerçi bazı çıkış yollarını gösterenler var ama dinleyenler yok…

Örneğin Piketty, bunu, yıllarca önce dünyada best seller olan kitabıyla yaptı. Zenginlik büyümeden daha hızla artarken, eşitsizliğin daha da artacağını, buna karşı varlık vergisinin yanı sıra radikal bir vergi reformu önerirken, sosyal devleti güçlendirmek gerektiğini de söyleyerek, bir bakıma sosyal demokrasi veya özgürlükçü sosyalizme yol gösterdi.  

 Stiglitz ve Acemoğlu da, en azından ABD için, demokrasiyi yeniden inşa etme görevinin Demokratlara, merkez sola düştüğünü söylemekteler:[5] Bunun için “Demokratların neoliberalizmi terk etmeleri” gerektiği gibi, Büyük İş Dünyası ve Büyük Teknoloji ile bağlarını zayıflatması ve işçi sınıfı köklerine sahip çıkması” gibi bir değişiklik gerektiğini de hatırlatmakta.

Trump'ın zaferinin ABD’de Demokratlar için bir uyandırma çağrısı işlevi görüp görmeyeceğini bilemiyoruz; ancak Avrupa’da veya bizim gibi ülkelerde yaşananların demokratik solu temsil eden partiler için bir uyarıcı olamadığını gördüğümüzden, umutlanmak zor.

Bu nedenle, uyanmaları için, 2. Dünya savaşı sonrasının büyük yıkımı mı, yoksa marifetli yapay zekanın yanıt üretmesi mi bekleniyor diye sormadan edemiyorum!


[1] SIPRI (2024), SIPRI Year Book 2024-Summary, www.sipri.org

[2] Oxfam (2024), Inequqlity Inc. Oxfam, January 2024, www.oxfam.org

[3] Mark Bou Mansour (2024), “Countries ‘bash open’ door to historic tax reform at UN”, Tax Justice Network,  16.Ağustos,2024, www. taxjustice.net

[4] Joseph Stiglitz (2024), “How Trump’s Victory Exposes the Failures of Neoliberalism”, Social Europe,  2 Aralık 2024, www.socialeurope.eu

[5] Daron Acemoğlu (2024(), “Why the centre-left has to make Democracy” Social Europe, 18 Aralık 2024, www.socialeuroppe.eu

Yazarın Diğer Yazıları

Bilinmeyenlerin geleceğine doğru: Aşkım yapay zekâ!..

Teknolojik gelişmelerin bütün olarak insanlığın tümünü ve geleceğini bundan öncesinde yaşanmamış ölçüde ve hızla dönüştüreceği bilinirken, teknolojik gelişmelerle ilgili kararların uluslararası düzeyde “politik bir mesele” haline getirilmesini konuşmak gerekiyor

"
"