Yaz, arkasında kilolar bırakarak, yerini sonbahara terk ediyor.
Yaz sofraları keyifli olduğu kadar da acımasızdır. Yediğin önünde, yemediğin arkandadır.
Güneş batımı, mehtap, denizin sesi, yeni aşklar, şen kahkahalar, kızartmalar, salata suyuna ekmek banmalar, menemen tabağının dibini sıyırmalar, bir iki kadeh derken, sofrada ne varsa silip süpürülür.
Ondan sonra gelsin baş belası kilolar.
Özelikle kadınlar, spor salonlarına üye olmak için bu aylarda sıraya girerler. Erkekler, daralan pantolonlarının içine sığabilmek umuduyla, arkalarından kurt kovalıyormuş gibi koşup dururlar.
Hele moda dünyası dar kesimleri emretmişse, vay gelmiş kadınların başına.
Stilistlerin buyruklarına dur diyecek hiç bir kuvvet yoktur!
Moda, bence dünyanın en büyük gücüdür!
Atom bombasından bile güçlü diyebilirim!
Ondan beslenen o kadar çok endüstri vardır ki, bu yüzden o ne derse o olur.
Başta kadınlar olmak üzere, dünya, onun emirlerini bekler.
Dünyanın para babalarının arasında, moda imparatorlarının sayısı oldukça fazladır.
Bu yazıda moda-kilo ilişkisini irdelemeye çalışacağım!
Modanın ibresi, uzun zamandan beri zayıflık hedefine yönelmiş durumda. Her şey illa ki zayıf olacak.
Yani, bir deri bir kemik!
Onun için iradeleri de zayıflatmak lazım!
Bu dayatmayı kırmak mümkün mü?
Bu konuda, içimde az da olsa bir ümit var.
Piyasa zayıfa doyarsa, moda hızla balık etine dönüş yapar mı acaba !
Umuyorum. Bu büyük işkencenin mutlaka bir sonu olacaktır !
Örneğin, bir zamanlar kadın-erkek herkesin giydiği İspanyol paça pantolonlar, yeniden moda olmaya başladı. Daracık taytların yerini yüksek belli, geniş pantolonların aldığını görüyorum.
İyi mi oldu! Bence hayır.
Babamın ip kalınlığındaki kravatları, şimdi modacıların tekrar gözdesi haline geldi. Beatles’ın siyah botları, özellikle erkeklerin en çok tercih ettiği ayakkabılar.
Başka örnekler de vardır ama aklım fazlasına basmıyor !
Bu yazının derdi, moda dünyasınca afaroz edilen şişmanlık.
Şişmanlık, binlerce yıldan beri, başta kadınlar olmak üzere, insanlığın en önemli sorunlarından biri.
Avcı-Toplayıcı dönemlerde, av peşinde koşmak erkeklerin, mağaralarında çocuk büyütmek kadınların işiydi. Beslenme yetersiz olduğu için hareketsiz kadınlar öyle aşırı kilo almıyorlardı ama yine de balık eti sınırındaydılar!
Şimdilerde bazı diyetisyenlerin lanetlediği buğday ve pirinç, tarlalarda henüz filizlenmemişti!
Yerleşik toplum yaşayışıyla birlikte kadınların kilosu da arttı.
Kilolu kadın, bereketin ve gücün simgesi oldu.
Fotoğraf: H. Jensen
Binlerce yıl önce yapılan, memeleri ve göbeği sarkmış, bacakları boğum boğum olan tanrıça heykelleri, o dönem şişman kadın imajının ne kadar değerli olduğunun kanıtıdır.
Bunlardan biri de, bol memeli, şişman Bereket Tanrıçası Kibele’dir.
Yani bir kadının, doğurgan olması, bereket saçması için kilolu olması gerekiyordu ve erkekler bu tip kadınları seviyorlardı.
Çatalhöyük, Konya, Geç Neolitik Çağ MÖ 6200-5800. Ankara Anadolu Medeniyetleri
Şişmana sevgi, asırlar boyu sürdü.
Ünlü ressamlar, kadın modellerini hep kilolulu güzeller arasından seçti.
Kadınların memeleri, ele avuca sığmaz büyüklükte, kalçaları ise bugünkü ölçülerle betimlenemeyecek kadar görkemliydi. Sarkan göbekler ise güzelliğin tamamlayıcısıydı sanki!
Gökyüzünde uçuşan melekler bile hep boğum boğumdu.
Sevimli ve yaşama keyif veren tiplerdi.
Bütün kahramanları şişman olan tek ressam, Arjantinli Fernando Botero’dur. Kahramanları abartılı şişmandır.
Botero’ya göre, şişman güzeldir! Çünkü şişman insanlar, karşılarındakilerin yüzünde bir gülümseme yaratma kabiliyetindedirler. Çünkü sempatiktirler.
Fernando Botero
Bence de zayıflık, kompleksi ve sinirliliği, şişmanlık ise mutluluğu simgeliyordu!
Yani kadın ne kadar şişmansa, o kadar cazip ve seksiydi.
Adanalı ünlü film yapımcısı ve yazar rahmetli Arif Keskiner, bir söyleşisinde şöyle diyordu:
“Pavyon patronları, işe alacakları konsomatrislerin önce kalçalarına bir el atarlardı. Eğer kalçası avucu doldurmuyorsa o kadına iş verilmezdi.”
Arif Keskiner
Sonraları ortaya korse denen bir giysi çıktı. Giysi değil de işkence aleti demek daha doğru olur.
Geçmişi, Girit Adası’ndaki Mikonos medeniyetine dayanan bu giysinin amacı ilk zamanlar, fazla kiloları saklamak değil, memeleri ve kalçaları daha görünür kılmaktı.
Korsenin iplerini sıkıca bağlamak için birkaç tane yardımcı gerekiyordu. Korsenin ipleri öylesine sıkılıyordu ki, sanki vücudun göğüs ve kalça kısımları arasındaki tüm ilişki kesiliyordu. Önemli olan belin ince olmasıydı.
Korse konusuna burada nokta koyuyorum. Çünkü onu ayrı bir yazı konusu yapacağım.
Dünyayı atlayıp, gelelim Türk kadınına!
Ana fikir, “bir gram et, bin ayıp örter” sözüyle özetleniyordu. Yani, kadının şişmanı makbuldü. Adamlar, etli-butlu kadınları seviyordu!
Anadolu kadınının da öyle zayıflık modasına uyma kaygısı yoktu. Çünkü kendi çevresindeki kadınlardı onun güzellik ölçüsü: “Şişman ve anaç…”
Zayıflık hastalık belirtisiydi!
Zaten giydiği şalvar ve üstüne giydiği geniş üstlük, hepsini aynı ölçüde gösteriyordu.
Kentlerde ise şalvarın vazifesini, feraceler, çarşaflar yükleniyordu! Metrelerce kumaşa sarılmış kadınların vücut çizgileri hiçbir şekilde belli olmuyordu.
Ayrıca, bitmez tükenmez bir ev hapsi vardı. Dünyayı sadece kafesli pencereler ardından seyredebiliyorlardı. Etrafta yarışacak rakibeler yoktu!
Yani, bol beslenmeli, az hareketli bir dünyanın mahkumlarıydı onlar.
Şişmanlığın, güzelliğin ölçüsü olduğunu sanıyorlardı. Çünkü aksini gösterecek bir örnek yoktu çevrelerinde.
Ta ki yaşamlarına “Beyaz Köleler” girinciye kadar!
Kimdi bu erkeklerin “güzel kadın” yorumunu değiştiren “beyaz köleler"?
Bunlar, Balkanlardan, Kafkaslardan, Ukrayna’dan gelen güzel kadınlardı. Yani Çerkesler, Gürcüler, Slavlar, Beyaz Ruslar.
Bu kadınların saraya, konaklara, zengin evlerine yerleşmesiyle, bütün güzellik yargıları alt üst oldu!
Erkekler bıngıl bıngıl yağlı kadınlar yerine daha balık etli kadınları tercih etmeye başladılar.
Bu “Beyaz Köleler”, saraya sızdılar, hareme hakim oldular.
Padişahlardan sonra sadrazamlar da modaya uydu. Sonra üst yetkililer, zenginler, orta sınıf derken, haremler bu güzellerle dolmaya başladı!
Evdeki erkekler, balık etindeki bu kadınların peşinde, mart kedisi gibi dolaşmaya başladılar.
Evin hakimi olan etli butlu kadınlar, dışlanmaya, yataklarında yalnız yatmaya mahkum oldular.
Hem saray hem konaklarda, aslı Türk olmayan çocuklar koşturmaya başladı!
Uzatmayalım, bu konuyu tarihe bırakalım.
Tüm bunlar yaşanırken, biz de büyüdük. 1968’li yıllara geldik. Tek bir sloganın peşine takıldık, ”Savaşma, Seviş!..”
Tam bu sırada, bir kız, bomba gibi gençliğin ortasına düştü: Bu bombanın adı TWİGY idi.
Lesley Lawson
Asıl adı Lesley Lawson olan, sarı saçları kulak memesi hizasında küt kesilmiş, gözleri su yeşili, eşek gözü kadar güzel olan bu kadın, bizim kuşağın tüm güzellik ölçülerini değiştirdi.
Vücudunu tümden gözler önüne seren giysileriyle, aklımızı başımızdan aldı.
Vücut dediysem, bir deri bir kemik !
Ne olduysa bütün kadınlar, Twigy’den sonra bir deri bir kemik olma yarışına başladı.
Bütün dünyada, kadınların güzellik ölçüleri alt üst oldu!
Kilolu kadınlar için işkence dolu yıllar başladı.
Mankenlerin tanıttıkları giysilere girebilmek için kadınlar her türlü yolu denemeye başladılar.
Tabii ki açıkgözler bu fırsatı gözardı etmedi. Modaya yön verenler, zayıflığı pompalamaya başladılar. Aslında onların sunduğu giysileri, dünya yüzünde giyecek kadın sayısı yok denecek kadar azdı.
Devreye hemen diyet uzmanları, diyet yiyecekler, cerrahi müdahaleler, güzellik salonları, tıbbi müdahaleler, yoga uzmanları, spor giysileri ve iyi koşturan ayakabı üreticileri ve akla hayale sığmayacak iş kolları ortaya çıktı.
Cirolar akıl almaz büyüklüklere ulaştı.
Paranın tadını alan girişimciler, dünya insanının zayıflaması için akla hayale girmeyen iş kolları ve malzemeler üretti.
Bunları satabilmek için muazzam bir reklam sektörü ortaya çıktı.
Bu sektörde milyar dolarları aşan tatlı kar devam ettiği sürece, zayıflık pompalanacak, balık etindeki kadınların hüsranı devam edecek.
Ta ki sektör doyuncaya kadar.
Ondan sonra Allah kerim!
Bana sorarsanız: “Yaşasın kilosuna takmayan gerçek kadınlar” derim.
Mehmet Yaşin kimdir?
Mehmet Yaşin 1950 yılında Ankara'da doğdu. Üniversitede sosyoloji öğrenimi gördükten sonra 1970'li yılların başında gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde muhabir, editör, yazı işleri müdürü ve yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Gezi ve keşif dergisi Atlas'ı çıkardı. Daha sonra Hürriyet Dergi Grubu Genel Müdürlüğü görevini üstlendi.
Televizyon kanalları için belgeseller hazırladı. Daha sonra kurucusu olduğu Doğan Kitap'ı beş yıl boyunca Genel Müdür olarak yönetti.
Hürriyet gazetesinde gezi yazıları, çok sayıda dergide yeme-içme üzerine yazılar kaleme aldı, CNNTürk'te hazırlayıp sunduğu 'Lezzet Durakları' programı büyük beğeni topladı.
Yemek ve mutfak üzerine yazılar yazmayı, Atlas dergisi için çıktığı gezilerde gittiği yerlerin yemeklerini de keşfetmeye başlamasına bağlayan Yaşin, "Keşfetmek duygusundan hareketle mutfakları araştırmaya başladım. Yemeğin o yörenin, ülkenin kültürünü anlamak için en iyi araç olduğunu fark ettiğimden beri, mutfaklardan çıkmaz oldum. Yemek için kullanılan malzemeler, pişirme teknikleri, yemeklerin öyküleri derken mutfak vazgeçemediğim ilgi alanı oldu" diyor ve ekliyor:
"Gittiğim ülkeleri anlatırken, yemeğe değinmeyince yazımın yarım kaldığını gördüm. Bir de belki benim önerimle o coğrafyalara gidecek insanlara yardımcı olabilirim duygusu beni yemek yazmaya itti. Ben yemeğin nasıl yapılacağından çok nasıl yapıldığı ile ilgilendim. Yemeğin öyküsü daha çok ilgimi çekti. Yemeğin tarihi merakımı uyandırdı. Okudum, sordum, soruşturdum, biriktirdim. Tüm bu bilgileri kendime saklamanın haksızlık olacağını düşündüm. Benim gibi yemeğin peşinde koşturanlarla paylaşma duygusu ağır basınca yemek yazılarına başladım."
Yayımlanmış kitapları
'Lezzet Durakları', 'Yemek Sırları', 'İstanbul Lezzetleri', 'Uzakname', 'Yakınname' (Doğan Kitap) ve 'Yumurta Nasıl Kırılır?' (Remzi Kitabevi) adlı kitapları yayımlandı.
|