12 Eylül 2023

Yaşadıklarımızın 12 Eylül'den ne farkı var?

Türkiye, Anayasa 12 Eylül'de öyle olduğu için bugün böyle yönetilmiyor. 21 yıllık deneyimden sonra biliyoruz ki Anayasa'da neyin yazdığı değil, Recep Tayyip Erdoğan'ın neyin olmasını istediği önemli

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, bu ayın başında "TBMM Başkanı olarak bütün siyasi partilere bir çağrı" yaptı.

"Türkiye'nin 12 Eylül döneminde yapılan anayasadan kurtulması gerekir" dedi.

12 Eylül'de yapılan Anayasa ile günümüzde yürürlükte olduğunu varsaydığımız Anayasa arasında aslına bakarsanız çok fark var.

Anayasa bugüne kadar 24 kez değiştirildi. Yani ortada bir 12 Eylül Anayasası filan kalmış değil.

Hatta başkanlık sistemine geçiş amacıyla yapılan son değişikliklerin ardından ve bizzat Recep Tayyip Erdoğan'ın gayretleriyle artık ortada bir Anayasa bile kalmadığını söyleyen Anayasa hukukçularımız var.

Durum böyle ama iktidar partisinin "yeni bir anayasa" özlemi de bir türlü dinmiyor.

Uygulamaya bakacak olursak yapmak istedikleri Anayasa'nın Türkiye'ye demokrasi filan getirmeyeceğini de söyleyebiliriz.

21 yıllık deneyimimiz bize anlatıyor ki bu partinin ve yöneticilerinin derdi demokrasi değil.

Türkiye, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı, idari kararlarla vatandaşların haklarını kullanmalarının engellendiği, yargının yürütmenin mutlak olarak emrinde olduğu bir ülke oldu.

Meclis'i hiç saymıyorum, liderlerin iki dudağının oynamasıyla listelere giren milletvekillerinin oluşturduğu "kaldır parmak indir parmak" Meclisi'nin de artık idareden bağımsız bir yasama organı olduğunu söyleyemeyiz.

Ama yine de 12 Eylül Anayasa'sının değiştirilmesini ısrarla istiyorlar.

Türkiye, Anayasa 12 Eylül'de öyle olduğu için bugün böyle yönetilmiyor.

21 yıllık deneyimden sonra biliyoruz ki Anayasa'da neyin yazdığı değil, Recep Tayyip Erdoğan'ın neyin olmasını istediği önemli.

Yoksa hedeflenen yeni anayasa tek maddelik mi olacak: Madde 1: CB Erdoğan ne isterse, Anayasal olan odur!

Nitekim 12 Eylül dönemi ile bugünü kıyasladığımızda arada fark görürsek, bu bugünkü uygulamanın 12 Eylül dönemine rahmet okuttuğu anlamına da gelebilir.

12 döneminde örgütlenmek, bir hakkı topluca talep etmek için gösteri yapmak, idareyi protesto etmek yasaktı.

Bugün de yasak.

Dinlemeyenin başına nelerin geldiğini görüyoruz, her cumartesi günü çocuklarını kaybetmiş annelerin gördüğü polis şiddeti bir örnek olabilir.

12 Eylül döneminde darbecilerin beğenmediği tiyatro oyunlarını oynamak, filmleri çekmek, resimleri çizmek yasaktı.

Bugün de yasak.

İdari kararlar ile konserler bile yasaklanıyor, festivaller iptal ediliyor, sergi galerilerini basan Vandallar değil, sergide resmi olanlar yargılanmak isteniyor.

12 Eylül yargısı ile bugünkü yargıyı karşılaştırdığımda sanki birincisine az da olsa haksızlık ediyormuşum gibi hissediyorum.

12 Eylül askeri mahkemeleri bile zaman zaman darbecilerin ya da sıkıyönetim komutanlarının arzusu hilafına kararlar verebiliyordu. Sivil mahkemeler ise konuda daha da rahattı.

Bugün askeri mahkemeler yok ama muhalifleri yargılayan mahkemelerin "sivil" olduğunu da söyleyemeyiz.

Saray'ın istemediği kararları verme ihtimali olan yargıçların, daha mahkeme sürecinde başka yerlere tayin edilmeleri sıradan bir uygulama.

HSK, tıpkı o yıllardaki HSYK gibi, rejimin emrinde.

12 Eylül'de yüksek yargı organlarının nispi bir bağımsızlığı vardı, askeri mahkemelerin verdiği kararları zaman zaman da olsa bozabiliyorlardı, bugün bu mümkün değil.

Yargının bağımsızlığını mumla aratan "partili yargıçlar, savcılar" dönemini yaşıyoruz.

İşte Gezi davasında mahkûm edilenlerin durumu. İşte hapisteki gazeteciler.

12 Eylül'de kahvehanede Kenan Paşa vs. aleyhine bir şey söyleyeni gözaltına alıyorlardı, bugün sosyal medyada Erdoğan aleyhine yazılıp, çizilenler gözaltına alınma nedeni.

"Sayın muhbir vatandaşların" sözleri 12 Eylül'de muteber sayılıyordu, bugün "gizli tanık ifadeleri" muteber sayılıyor.

O zaman da işçilerin haklarını topluca aramaları, grev yapmak yasaktı, bugün de grev kararı almak serbest, idare istemezse yapmak yasak.

12 Eylül'de de ülkenin sahip olduğu beyinlerin bir bölümü yurtdışına gitmek zorunda kaldı, bugün de böyle.

12 Eylülcüler de görüşlerini beğenmedikleri hocaları üniversiteden sorgusuz sualsiz attılar, bugün de öyle.

12 Eylül'de üniversiteden atılan hocaların üniversite dışında iş bulmalarına bir engel yoktu, bugün olağanüstü hâl kararnamesiyle atıldıkları için kamu – özel hiçbir yerde işe giremiyorlar, açlıkla terbiye edilmek isteniyorlar.

Onun için Cumhurbaşkanı ve Numan Bey başta olmak üzere AKP'lilerin 12 Eylül Anayasası'nın neresinden hoşlanmadıklarını anlamakta güçlük çekiyorum.

Dillerinin altında bir bakla var ama "niyet okuması" yapmayacağım.

Bir anlatsalar da öğrensek, 12 Eylül Anayasasının neresinden hoşlanmıyorlar?

* * *

Kurumları korumak, temiz tutmaktan geçer

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CHP'li Sezgin Tanrıkulu'nun sözleri ile ilgili olarak konuştu.

Tanrıkulu, bir televizyon programında 1990'lı yıllarda "kaybettirilen" 11 vatandaş ile ilgili olarak orduyu suçlamıştı.

Tanrıkulu'nun sözleri, "şanlı Türk ordusuna hakaret" vaveylasının kopmasına neden oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da Hindistan'dan dönerken gazeteci süsü verilmiş uçak mürettebatına "bu şahıs, dünyanın en şerefli, en mert ordusuna dil uzatmanın cezasını hukuk önünde alacaktır" dedi.

Bunun nasıl bir cezalandırma olacağını şimdilik bilemiyoruz ancak bu tartışma böyle başladığına göre sıralı bir işlem olacak: Dokunulmazlığı kaldırılacak, yargılanacak, hapse atılacak vs.

Gerçekten de 12 Eylül Anayasası'nın değişmesi gerekiyor belki ama sadece bu olay bile bu değişikliğin ne yönde gerçekleşebileceğine de ışık tutuyor.

Önce olayı hatırlayalım: Diyarbakır'ın Kulp ilçesinde 1993 yılında askeri helikoptere bindirilen 11 köylüden daha sonra hiç haber alınamamıştı.

11 kişinin öldürülmesi emrini vermekle suçlanan emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk'ün adından hareketle bu dava "Yavuz Ertürk Davası" olarak biliniyor.

Dava kolayca tahmin edebileceğiniz gibi kapatıldı.

Kaybolanların yakınlarının AİHM'de 1994 yılında açtığı dava, 31 Mayıs 2001'de sonuçlandı.

Mahkeme, Türkiye'yi, 11 kayıp kişinin ölümünden sorumlu olduğu ve etkili bir soruşturma yürütmediği için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2 – 3 ve 5 /1 maddelerini ihlalden mahkûm etti.

2004 yılında TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, söz konusu olayın Tuğgeneral Yavuz Ertürk komutasındaki operasyon sırasında gerçekleştiğinin anlaşıldığını belirtti.

Komisyonun iki AKP'li üyesinin de (Hakan Taşçı ve Cavit Torun) imzası bulunan raporda kaybolan kişilerin, PKK ile resmi ve özel anlamda herhangi bir ilgileri bulunduğunun tespit edilemediği belirtildi.

Köylülerin helikopterle götürülmesinden 10 yıl sonra 2 Kasım 2003'te bir çobanın Alaca Köyüne yakın bir dere yatağında toprak yüzeyine çıkan bazı kemik ve bez parçalarını bulması ile yeni bir boyut kazandı.

Kulp Cumhuriyet Savcılığı topladığı kemiklerin kime ait olduğunun belirlenmesi için kayıp yakınlarından doku örneği aldı.

Adli Tıp Kurumu Morg İhtisas Dairesi, 30 Aralık 2005 tarihli raporunda olay yerinde bulunan kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğu ve bunlardan ikisinin kaybedilen iki köylü ile yüzde 99,99 oranında uyum gösterdiğini belirledi.

Bunun üzerine dava yeniden açıldı ve tahmin edebileceğiniz gibi cezasız sonlandırıldı.,

Ortada kanıtlanmış ve cezasız kalmış açık bir suç var. AİHM kararı da bunu belirliyor.

Bu olayı hatırlatmak, neden "dünyanın en şerefli ordusuna hakaret" olsun?

Suç kişisel ve kuşkusuz ki kanun dışına çıkmış personelin davranışları bütün bir kuruma mal edilemez.

Ancak tam burada biraz durup, nefes almak da gerekir.

Kurumlar, kanun dışına çıkmış, çürük personeli ayıklayıp, cezalandırmak yerine, korumak ve kollamak davranışı içine girerlerse bundan en büyük zararı kurumun kendisi görür.

İşkencecileri, katilleri, yolsuzluk yapanları kamu kurumlarımızdan temizlemekte gönülsüz davranırsak, bu tipleri teşvik etmiş, onaylamış oluruz.

Savcı bunca gerçekten sonra nasıl bir kulp bulup Tanrıkulu'nu cezalandırmak isteyecek, gerçekten merak ediyorum.

Ve TBMM Başkanı Numan Bey'e de bir soru: Bu olay 12 Eylül askeri darbe döneminde yaşansaydı, sonuç bundan farklı mı olurdu, yoksa aynı şekilde mi sonuçlanırdı?

Sezgin Tanrıkulu

Mehmet Y. Yılmaz kimdir?

Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu

Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı

Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu

1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı.

Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı.

1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.

2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi.

2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı.

Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. 

"Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yolsuzluk ekonomisinin bedelini ücretli öder

Asgari ücretin daha yüksek belirlenmesinin, enflasyonla mücadeleye zarar vereceğini savunanlar var. Eğer Türkiye’deki enflasyonun işçi ücretlerinden kaynaklandığına inanacak olursanız bu görüşlere hak verebilirsiniz. Oysa ekonomide kötü giden her şeyin bir tek sorumlusu var: Recep Tayyip Erdoğan

Erdoğan muradına erecek gibi

Suriye’deki gelişmelerin ardından AKP il kongrelerinin öne alınması da hesaba katılırsa ekonomide düzelme sinyalleri gelmeye başladığı anda öne alınmış bir seçim için konuşmaya başlayacağız gibi görünüyor

Erdoğan niye “kambura yatıyor?”

Mevcut Anayasa, yapmak istediği neyi yapmasına engel oluyor ki Anayasa’yı “kambur” diye tanımlıyor? Memlekette her gün bir gazeteci tutuklanıyor. Barolara dava açılıyor. Sadece doğrulanmış bir haberi yayınladı diye okuduğunuz bu internet gazetesi T24 hakkında soruşturma başlatabiliyor. Kamburdan kurtulursa ne yapacak, gerçekten merak ediyorum

"
"