21 Ekim 2019

O şimdi asker!

Memleketin siyasal İslamcıları ise belli ki bilinçaltı bir dürtünün etkisiyle, askeri üniformayla dolaşmaktan belirgin bir haz alıyorlar

Afişin üzerinde “Başkomutanımız Kayseri’de” yazıyor. Sağ üst köşesinde Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlar, sağ alt köşesinde ise AKP’nin ampullü amblemi var. Tarih, yer ve saat, “Başkomutanımız Kayseri’de” yazısının altına sıralanmış.

Afiş, Recep Tayyip Erdoğan’ı askeri kamuflaj giysileriyle çektirdiği bir fotoğrafın üzerine yapılmış.

Sağ elini bize doğru sallıyor. Göğsünde “Erdoğan” yazılı bir isimlik var. Apoletleri boş ama daha önceden biliyoruz ki sol kolundaki armada bir Cumhurbaşkanlığı forsu var.

Çakı gibi bir asker görüntüsü bu!

“Kuzey Suriye Fatihi” de yazabilirlerdi ama tevazu göstermişler, yazmamışlar. Onu belli ki Burhan Kuzu gibi tiplerin atacağı mesajlara bırakmışlar.

Afiş ile vermeye çalıştıkları mesaj çok açık.

Kuzey Suriye operasyonu ile birlikte yükselen milliyetçi dalganın üzerinde sörf yapma isteğinin bir tezahürü bu.

Harekattan hemen önce Dışişleri Bakanı da kamuflaj giysili bir fotoğrafını paylaşmıştı.

Bu köşede bunun iyi bir iletişim fikri olmadığını hatırlatmıştım.

İnsanın aklına Saddam’ın Dışişleri Bakanı Tarık Aziz’i getiriyor ki sivil bir siyasetçi için olumlu bir imaj yaratmıyor diye yazmıştım.

Cumartesi günü Kayseri’de yapacağı “toplu açılış töreni” için bastırılan afişlerde de Erdoğan’ın kamuflaj giysili fotoğrafları kullanılınca, bu “askeri üniforma tutkusunun” nereden kaynaklanıyor olabileceği aklıma takıldı.

Turgut Özal’a kadar bütün Cumhurbaşkanları asker kökenliydiler. Celal Bayar, İttihatçı kökenden gelse de sivil cumhurbaşkanıydı, onu bir parantez olarak ayırıyorum.

Asker ya da sivil, bu Cumhurbaşkanlarının hepsi Anayasa’ya göre “Başkomutan” sıfatını da haizdiler ama Cumhurbaşkanlığı makamına çıktıklarında “sivil görünmeye” dikkat ettiler.

Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer komutanları Mustafa Kemal ve İsmet İnönü de dahil olmak üzere!

Memleketin siyasal İslamcıları ise belli ki bilinçaltı bir dürtünün etkisiyle, askeri üniformayla dolaşmaktan belirgin bir haz alıyorlar.

Bunun da ötesinde askeri üniformayla görüntü vermek aynı zamanda bir güç gösterisini kitlelerin beynine de çakmak isteğine karşılık geliyor.

Bunun, Siyasal İslamcıların zihnindeki kökenlerini “askeri vesayet döneminde” mi aramalıyız.

Alman filozof Adorno (1903 – 1969), şöyle yazıyordu:

“Baskı belli bir yoğunlukta, sürekli olursa mazlumun tek kurtuluşu zalime aşık olmak olur.”

Ben sıradan bir gözlemciyim.

Ancak, memleketin siyasal İslamcılarının güce tapma ile ilgili bir sorunları olduğunu, bunun yetiştikleri ailelerdeki otoriter baba figürüne boyun eğişle başlayan bir sonuç olduğunu düşünmem için çok nedenim var.

Bütün yaşamını iletişim mesleğinin içinde geçiren bir sıradan gözlemci olarak şunu tekrar söylemeliyim ki Orta Doğu’da, sivil politikacıların, askeri giysiler içinde poz vermeleri, herkeste BAAS çağrışımı yaratır.

Askeri giysili devlet yöneticilerine, normal demokrasilerde rastlayamayız.

Ne tür rejimlerde bunun mümkün olduğunu burada sıralamayacağım. İzlediğiniz tarihi filmleri gözünüzün önüne getirin, hepsine rastlayacaksınız.

***

FETÖ ile mücadelede “adamına göre” aşaması

Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç’ın damadı Ekrem Yeter, FETÖ üyeliği suçlamasıyla 15 yıla kadar hapis istemiyle yargılandığı davada, delil yetersizliğinden beraat etti.

Yeter hakkındaki “yetersiz deliller”, 766 kez FETÖ’nün tepe yöneticileriyle görüşmüş olması.

Bu telefon görüşmesini yaptığı kişiler arasında örgütün “istişare heyeti” üyeleri, YÖK ve Emniyet imamı da var.

Bank Asya’ya maaşını yatıranların süründürüldüğü bir iklimde bu beraat, avukatlarının gerçek bir başarısı diye mi değerlendirilmeli, bilmiyorum.

Tabii bağımsız mahkeme beraat ettirdiğine göre bize de Yeter’e ve ailesine “geçmiş olsun” demekten başka bir şey düşmez.

Ancak, iddianamede dikkatinizi çekmek istediğim bir husus var.

Savcı diyor ki “örgütün alenen kriminalize olmasından sonraki süreçte de irtibatını devam ettirdiği anlaşılmıştır.”

Bunun mefhumu muhalifi de şu: Fethullahçıların bir suç örgütü olduğunun ortaya çıktığı 17 – 25 Aralık’tan sonra ilişkisini kesenler, yönetici bile olsalar suçlu değiller!

Bu yeni bir durum değil. Fethullahçılar ile ilgili bütün soruşturmalarda, yargılamalarda esas alınan tarih bu.

Ancak biliyoruz ki söz konusu örgüt, 17 – 25 Aralık’tan önce de suç işliyordu.

Sınav sorusu çalmak, sınavlara hile karıştırmak, örgüt mensubu olmayanlara yönelik her türlü yıldırma ve cezalandırma operasyonu yapmak, iktidarı ele geçirmek için devlet içinde gizlice örgütlenmek, para kaynakları sağlamak için ihalelere hile karıştırmak ve daha bir çok suç. Ergenekon ve Balyoz ile orduyu ele geçirmeye yönelik diğer davaları da unutmayalım.

Dolayısıyla o tarihten sonra ilişkiyi kesmiş olmaları, bu kişileri suçsuz hale getirmez.

Bu örgütün gerçek niyetini bilebilecek konumdalardı.

Çalınan soruları, sahte davaları, yargı, ordu ve polis içindeki örgütlenmenin nihai amacını biliyorlardı.

17 – 25 Aralık’tan sonra “örgütle ilişkisini kestikleri” keyfi şekilde kabul edilenlerden hiç biri savcılıklara gidip, bu suç örgütünü açığa çıkaracak bilgileri vermediler.

Örgüt, 15 Temmuz’da bir darbeye kalkışmaya cesaret edebildiyse, bunun nedeni 15 Temmuz’a kadar geçen süre içinde bu faaliyetleriyle ilgili bilgisi olanların, bildiklerini kendilerine saklamalarıdır.

Artık ortaya çıkıyor ki Fethullahçılarla mücadele, giderek “adamına göre” bir hal alıyor.

Bu örgütün hortlatılması için verimli bir ortam demek.

Ve savcılar da mahkemeler de 17 – 25 Aralık sonrası için bir tür af ilan edip, karar verebiliyorlar.

Bu Anayasa’ya aykırıdır beyler! Af yetkisi TBMM’ye ait ve böyle bir af kanunu da bugüne kadar çıkarılmış değil!

17 – 25 Aralık’tan sonra ilişkisini kestiğini iddia edenlerden, örgütün süregelen suçlarıyla bağlantısı olanların hepsinin yargılanıp, hesap vermesi gerekir.

Ucu çok yükseklere de uzanabilir tabii ama o da yargının sorunu olmamalı.

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye konusunda kafalar karışık

Siyasi İslamcılar, Esad’ın devrilmesiyle ortaya çıkan durumu “devrim” olarak niteliyorlar. Öte yandan kendilerini “komünist” ya da “sosyalist” diye tanımlayanların da kafaları biraz karışık. İnsan hakları, özel olarak kadınların hakları, işçilerin, çalışanların haklarını bekleyen gelecek ne olacak?

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

"
"