Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, "zor durumdaki vatandaşlarımız için 7 maaşını yardım kampanyasına bağışlaması" uzun yıllar boyunca unutulmayacak bir fedakarlığa mı işaret ediyor, yoksa Cumhurbaşkanı hepimizle dalga mı geçiyor?
Karar vermek aslında zor değil. Bence dalga geçiyor.
Çünkü Cumhurbaşkanı, gerçekten bir fedakarlık yapıyor olsaydı bin odalı sarayın masraflarını kısarak işe başlardı.
Cumhurbaşkanlığı’na 2020 yılında bütçeden ayrılan pay 3 milyar 152 milyon lira.
Ama unutmayalım ki 2019 yılında 2 milyar 100 milyon lira ayrılmıştı, gerçekleşen harcama 3 milyar 500 milyon lira oldu.
2020’de de bütçenin tutturulma ihtimali zaten görülmüyor, Ahlat’a Köşk, Okluk’a saray filan derken rakam önceki yıllarda örneğini gördüğümüz gibi bir misli artabiliyor.
Önceki yıllarda kendisine ayrılan bütçeyi bir tek kez bile tutturabilmiş olsaydı, 2020 için söylediklerimi geri alabilirdim, ama böyle bir durum yok. Her yıl, kendisine ayrılan bütçeyi aşıyor.
2020 yılında Cumhurbaşkanı için ayrılan "örtülü ödenek" miktarı, Bütçe Kanunu’na göre 5 milyar 700 milyon lira.
Yani Cumhurbaşkanı’na ayrılan pay bu yıl için aslında 8 milyar 850 milyon liraya ulaşıyor.
Geçtiğimiz yıllarda örtülü ödenek harcamaları için kendisine ayrılan bütçeyi de aştığını biliyoruz.
Bununla bitmiyor, acele etmeyin!
Bu iki kalemin yanı sıra 8 milyar 763 milyon lira tutarında "yedek ödenek" bütçesi var.
Bu para Maliye’nin hesabında kuzu gibi yatıp, harcanacağı günleri bekliyor.
Geçtiğimiz yıllarda bu yedek akçeyi bol keseden harcadığını da biliyoruz. Vatandaşlardan fedakarlık isteyen Cumhurbaşkanı, sıra kendi ödeneklerine gelince fedakarlık sözünü hiç hatırlamıyor.
Salgın nedeniyle iş yeri kapanan, işini kaybeden, günlük ücretle çalışırken artık çalışamayanlara sadece şu yedek ödeneği dağıtsa, herkesin midesi üç ay sıcak yemek görür.
Örtülü ödeneği, Saray’ın gereksiz masraflarını, özel uçakları, Mercedesleri filan saymıyorum bile!
* * *
Tsunamiden önce son çıkışa yaklaşıyoruz
Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, Koronavirüs'ün yayılma hızı açısından İtalya, İspanya ve ABD’yi geride bıraktığımızı söyledi.
"Mevcut hızla gidersek, 10 günde vaka sayımız 300 bini bulabilir" diyor.
Salgının "tepe noktasına" ulaşması için daha önümüzde çok zaman olduğunu da söylüyor.
Hande Fırat’a "hızı yavaşlatmak için önümüzdeki beş gün kritik. Gevşek olursak vaka sayılarını kontrol edemeyiz" diye anlatıyor.
Sayılar tartışılmaz bir şekilde salgının ilk günlerdeki hızı konusunda İtalya’yı geçtiğimizi gösteriyor.
Belki nüfusumuzun İtalya’ya göre daha genç olması ölümlü vakaların sayısını azaltıyor olabilir ama salgın, kontrol altına alınabilmiş değil.
Kontrol altına alabilmenin yolunu, bunu acı tecrübeleriyle öğrenen ülkeler biliyor:
Hastalığa yakalananlar izole edilecek, hastalar ile teması olanlar karantinaya alınacak, sağlık sisteminin bununla baş edebilmesi için de sosyal hareketlilik minimuma indirilecek.
Ama Cumhurbaşkanı, hükümetiyle toplantıdan sonra söyledi ki Türkiye’de buna gerek yok!
Niye? İhracat aksamamalıymış, üretimin kesilmesini göze alamazmışız.
İyi de dünyada ticaret durdu, neyin ihracatından bahsediyor?
Sokağa insanların ikişer ikişer çıkabildikleri Almanya’ya mı mal satacağız? Bütün dış sınırları kapatılan AB ülkelerine mi?
İktidardaki kadro, dar görüşlülükleri nedeniyle bu işin nasıl yayılmakta olduğunu anlayamadı ve ipin ucunu en başında kaçırdık.
Yurtları kapatıp, çocukları tıkış tepiş otobüslerle memleketlerine yolladık, umre ziyaretini iptal etmeyi bile akıl edemedik ve sonuçta virüs Anadolu’da çığ gibi yayılıyor.
O ilk günlerde sosyal izolasyon ciddiye alınsa, sokağa çıkma yasaklarıyla desteklense bugün geleceğe daha ümitle bakabiliyor olacaktık.
Ve Bilim Kurulu her toplantısından sonra bu öneriyi getirdiği halde Cumhurbaşkanı dinlemiyor.
Bir tsunaminin yaklaşmakta olduğu uyarıları var ve öyle görünüyor ki bu hafta bitmeden gerekli önlemler alınmaz ise yaz ayları boyunca da salgınla uğraşacağız.
Bilime kulağını kapatan, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini zanneden bir yöneticiyi seçip, başımıza getirmenin bir bedeli olacaktı elbette.
* * *
Bu seviye, alçaklık bile sayılmaz!
İçişleri Bakanlığı, CHP’li belediyelerin başlattığı yardım kampanyalarını durdurdu. Yardımların yatırıldığı banka hesapları bloke edildi.
Siyasetin eskiden bir seviyesi vardı, memleketin siyasal İslamcıları o seviyeyi de yok etti.
Alçak bile denemeyecek bir seviye bu, çünkü çukur!
Salgın nedeniyle zor durumda olan insanların durumları ile ilgili bir dertleri yok çünkü.
Böyle bir dertleri olsaydı, ellerindeki devasa devlet gücünü rahatça kullanabilirler, işsiz kalanlara, çaresiz olanlara el uzatabilirlerdi.
Onun yerine sırf siyasi kaygılarla buna niyetlenenleri de engellemeyi marifet zannediyorlar.
Ne diyeyim, Allah ıslah etsin!
Dün hatırlatmıştım. 15 Temmuz Şehit ve gazileri için 338 milyon lira yardım toplandı.
Kampanya, darbe girişiminin hemen ertesinde başladı. Yani 2016 yılında.
Hâlâ kimseye bir lira dağıtılmış değil.
Beşiktaş’ta terör saldırısında şehit ya da gazi olan polislerimiz için toplanan 52 milyon lira da hâlâ bankada duruyor. Saldırı 2016 Aralık ayında oldu, yardım 2017’nin ilk aylarında toplandı. Kaç yıl olmuş, ortada beş kuruş yok.
Niye?
Çünkü gözlerini bu paralara diktiler!
Vakıf kuracaklarmış, vakıf bu paraları işletecekmiş, oradan sağlanan gelirle şehit yakınları ve gazilere bakılacakmış!
Niyetleri belli: Vakıf kuracaklar ki bir AKP’li işsiz siyasetçi buna başkan olup, ballı maaş alsın. Sekreteri, makam arabası, makam şoförü olsun. Yönetim Kurulu’nda çöreklensinler, hakkı huzurları cebe indirsinler. Eşin dostun yakınını, kızı, damadı, gelini, beceriksiz oğlanı vakfa memur yapıp, her ay ceplerine para koysunlar.
Tek dertleri bu.
Bunu yapmalarına izin vermeyeceğimizi gördükleri için de ayak sürüyorlar, unutturduktan sonra yapabileceklerini zannediyorlar.
Ne dersiniz? Bu millet, bunu da unutur mu?