Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, NATO zirvesinden dönerken uçağında topladığı gazeteci süsü verilmiş zevata, asgari ücrete zam konusunda şunu söyledi:
“Biz vatandaşımızdan, hele hele işçimizden böyle bir şeyi esirgemeyiz. Veren el, alan elden hayırlıdır.”
Bu kısacık cümlenin arkasına gizlenmiş gerçek bir dev aynası var.
Erdoğan’ın her sabah kalkınca baktığı, sonra gördüğüne kendisinin de inandığı bir dev aynası.
İş gücünün fiyatına “ücret” adını veriyoruz.
Asgari ücret de adı üzerinde, iş gücünün bir aylık karşılığı olarak ödenmesi gereken en az ücret.
Bir sadaka değil. “Hayır” amacıyla ödenmiyor.
İşveren konumundaki devlet ya da özel sektör, bunu işçiye lütfen de vermiyor. Kullandığı iş gücünün karşılığı olarak ödüyor.
“Veren el alan elden hayırlıdır” hadisi ise Müslümanlara “sadakanın” önemini hatırlatmak için söylenmiş:
“Veren el alan elden hayırlıdır. Yardım etmeye, geçimini üstlendiğin kimselerden başla! Sadakanın hayırlısı, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Kim insanlardan bir şey istemezse, Allah onu kimseye muhtaç etmez. Kim de tokgözlü olursa, Allah onu zengin kılar.”
Hadisin içerdiği hükmü tartışmayacağım elbette.
Ancak kapitalist düzen içinde ezilen inanmış kitlelerin, durumlarını daha kolay içselleştirebilmelerine yol açacağına dikkatinizi çekmekle yetineceğim.
Erdoğan, asgari ücrete zam yapınca, topluma sadaka mı dağıtmış olacak?
Veren el, işverenin eli. Alan el, işçinin eli.
İşverenin elinin, işçinin elinden daha hayırlı olduğunu mu düşünüyor Erdoğan?
Belli ki böyle düşünüyor.
Çünkü meydanlarda inanmış kitleleri etkilemek için her ne kadar tersini de söyleseler, Siyasal İslam'ın kapitalizm ile bir sorunu yoktur.
Düzenin aynen sürüp gitmesi için İslam’ı kullanmaktan da çekinmezler.
‘Öte yandan Erdoğan’ın “vatandaşımızdan esirgemeyeceğini” dediği şey, zaten şahsına ait olan bir şey değil.
Eskiden padişahlar böyle konuşurlardı, çünkü onlar ceplerinden “ulufe” de dağıtırlardı. Osmanlı devlet hazinesinden padişahın “cebine” aktarılmış, oradan istediği harcamaları kimseye danışmadan yapabileceği bir “ceb – i hümayun” vardı.
Bilmiyorum farkında mı ama kendisi padişah değil, örtülü ödenek de ceb – i hümayun sayılmaz.
Kamu kesiminde ödenen asgari ücreti biz mükelleflerin vergileri ve kamu kuruluşlarının iktisadi faaliyetlerinden elde ettikleri gelirler karşılar.
Şahsı bir himmette bulunacak değil.
Özel sektörün ödeyeceği asgari ücretin zaten şahsı ile hiç alakası yok.
“Esirgemeyiz” ifadesi, emeği ile geçinenlere karşı en azından “ayıp” olmuş. Kim, kimden neyi esirgeyecek ya da esirgemeyecek?
Erdoğan belli ki kullandığı denetimsiz aşırı gücün büyüsüne kendisini iyice kaptırmış.
Ne diyeyim, Allah selamet versin, bu hayra alamet değil. Kendisi için de toplumumuz için de!
***
Dil yâresi: Konu “ücret” olunca bunu da söylemeden geçmek istemedim. Ücret, iş gücünün fiyatıdır. Sadece onun için kullanılmalıdır.
Bir mal ya da hizmet için para ödenmesi gerekmediğini anlatmak için kullanacağımız kelime “bedava” olmalıdır, “ücretsiz” değil.
Aynı şekilde mal ya da hizmetin kullanımı karşılığında bir bedel ödenecek ise o bedel, o mal ya da hizmetin “fiyatı” olur, “ücreti” değil.
***
Amaç “hile yapmak” değilse, nedir?
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, “objektif olarak baktığımızda Seçim Kanunu teklifine eleştirileri haklı kılacak hiçbir taraf yok” dedi.
Hayati Bey’in sıfatı nedeniyle ne kadar objektif olabileceği konusunu bir kenara bırakıyorum.
Seçim, demokrasi adını verdiğimiz rejimin olmaz ise olmaz bir parçası.
Seçim sistemlerinin adil olup olmadığı konusu ise toplumdaki siyasal eğilimleri ve farklı kesimleri, toplum içindeki varlıkları oranında temsiline olanak verip vermediği ile ilgili.
Çok açık ki yüzde 7’lik baraj, MHP’ye göre ısmarlanmış bir elbise. O ihtiyaç yüzde 5 olsaydı, baraj da öyle belirlenecekti, kuşku yok.
Bunları geçiyorum çünkü bu, özü itibariyle bu heyetle yürütemeyeceğimiz bir tartışma.
Çünkü çoğulcu demokrasiye mesafeliler.
Seçim Kurulu Başkanları’nın 1. Sınıf Hâkimler arasından kurayla seçilmesi uygulamasındaki “objektif kriter” ne olabilir, bunu merak ediyorum.
Eski kanuna göre il ya da ilçedeki en kıdemli hâkim kim ise başkan o oluyordu.
Bunun değişmesi neden gerekti?
Anayasa Komisyonu’nda iddia edildiği gibi “bazı hâkimler başkan olmak istemiyor” bir gerekçe olabilir mi?
Kurayla seçilecek olanların hepsinin bu görevi şevkle kabul edeceklerinden nasıl emin olabiliyoruz?
Kurayla seçilecek hakimleri, kolayca etkileyerek itirazları keyfinizce yönetmek mi istiyorsunuz?
Niye onlarca seçimde uygulanmış ve bugüne kadar üzerinde tartışma çıkmamış bir kurumu değiştirmek peşindesiniz?
Sandık Kurulu üyeliği ile ilgili 23. Madde’nin değiştirilmesindeki “objektif” ne olabilir?
Üye sayısı az olan partiler adına sandık kurulu üyesi olabilen vatandaşları, sandık başından uzakta tutmaya çalışmanın anlamı ne olabilir?
2014 seçimlerinden beri sivil toplumun, sandıklara sahip çıkmasını mümkün kılan uygulama, niye zorlaştırılıyor?
Sandık kurullarından, oy sayımından, seçim sonuçlarının tutanağa bağlanmasından vatandaşları uzakta tutmanın amacı olsa olsa “seçimi çalmaya hazırlık” olabilir.
Bu konulardaki “objektif gerekçeleriniz” nedir Hayati Bey?
***
Hey onbeşli onbeşli, Tokat yolları taşlı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından hizmete açılan Tokat Havalimanı, senelik 2 milyon yolcu kapasitesine sahip.
2 bin 700 metrelik bir pisti var, apronu 7 uçak park edebilecek büyüklükte.
Yatırım bedeli Cumhurbaşkanı’na göre 1 milyar 200 milyon lira imiş.
Tokat’ın 2021 yılı nüfusu 602 bin kişi.
Komşularından Sivas, Ordu, Samsun, Amasya (Merzifon) faal ve yeni havalimanlarına sahip.
Demek ki bu limanın asıl amacı Tokat’a ve Yozgat’ın Tokat’a daha yakın olan ilçelerine hizmet.
Bütün Tokat nüfusu, çoluk çocuk, yaşlı demeden her yıl kişi başı en az üç kere uçağa binmeli ki kapasite dolsun.
2 milyon yolcuyu taşımak için yılda 10 bin 527 adet Boeing 737 – 800 ya da Airbus A320 uçağının sefer yapması gerekli.
Karşılıklı 5 bin 263 sefer demek bu.
Yani her gün Tokat’a 14 dolu uçak inip, 14 dolu uçak kalkarsa, bu yatırım son derece anlamlı bir yatırım olacak.
Böyle bakınca bu yatırım çok anlamlı değil.
Çünkü Tokat’taki eski hava alanı, Binali Yıldırım’ın Ulaştırma Bakanlığı döneminde pisti uzatılarak yenilenmişti ve 80 bin yolcu kapasitesiyle ihtiyacı karşılıyordu.
Böyle bir yatırımı bir özel sektör kuruluşu yapsaydı genel müdürü kapının önüne konulurdu.
Kamunun böyle yatırımlar yapmasının siyasi gerekçeleri var elbette.
Yöre milletvekillerinin ve güç odaklarının hükümet üzerindeki etkileri, hükümetlerin “eser bırakma” gayretleri ile birleşiyor ve böyle anlamsız yatırımlar yapılabiliyor.
Ancak her şeyde olduğu gibi bu yatırımın, topluma alternatif maliyeti var.
Vergilerimizin bir bölümü böyle verimsiz bir yatırıma harcanınca, geri kalan illerin gerçek ihtiyaçlarından fedakârlık etmek gerekiyor çünkü kaynaklarımız sınırsız değil.
Yani bunun maliyeti, aynı zamanda daha acil ihtiyaçların karşılanmaması olarak ortaya çıkıyor.
Mesela bu yatırım yine Tokat’a yapılabilir, bir başka eksiklik tamamlanabilirdi.
Teselli bulacağımız şey, bu havalimanının kamu kaynaklarıyla yapılmış olması.
Afyon – Kütahya Zafer Havalimanı gibi yap – işlet – devret projesi olsaydı daha da beterdi.
Bugün yazı fazla uzadı; bazı ilginç karşılaştırma fırsatları da veriyor, Tokat Havalimanı.
O da gelecek yazıya artık.