27 Ekim 2018

Erkekler artık aşık olamıyorlar mı?

Hafta sonu için bir tartışma konusu!

Kelebek’teki başlığı görünce bir an kendimden korktum: Erkekler neden aşık olmuyor?
“Acaba bende bir tuhaflık mı var” endişesiyle Ömür Gedik’in köşesinde yazdığı kısa notu hızla okudum.
Ömür, “Erkekler de kadınlar da -ama daha çok erkekler- artık aşık olmuyor” diye yazmış.
Baktım, bu tespiti herhangi bir araştırmaya dayanmıyor. “Şu bölgelerde bu kadar kadın ve erkek üzerinde, şöyle bir yöntemle yapılan araştırmayla elde edilmiş sonuçlara göre” diye bir ifade yok.
Ömür’ün kaynağı “diyorlar”. Bu “diyorlar” aynı zamanda “haklı argümanlarla geliyorlar” ama o argümanların neler olduğunu da bizden esirgemiş.
Şöyle yazıyor: Çoğunluk aşk konusunda Instagram’la gelen bol seçeneğin kurbanı sadece.
Ben de Instagram kullanıcısıyım, takip ettiğim insanlar var, ama burada tanımlanan “bol seçenek” her ne ise bana rastlamamış olmalı.
Günaydın’da Ayşe Özyılmazel de bu yorumu okumuş ama o Ömür’e katılmıyor, bu işi Instagram’a bağlamıyor:
“Çünkü bizler artık kendimize aşığız.”
Ve devam ediyor:

“Kabul edelim, bizim duyduğumuz aşk, görmek, görülmek, alkışlanmak, takip edilmek aşkı. Aşkın, kalp sesini duymaya, göz göze gelmeye, gerçekle karşılaşmaktan çekinmemeye, hayranlık duymaya ihtiyacı var. Baksanıza herkes kendisine hayran.”

Marilyn Monroe, The Misfits filminin çekiminde (Inge Morath / Magnum Photos)

***

Instagram filan gibi sosyal medya uygulamaları ya da başka herhangi bir toplumsal iletişim aracının varlığının/ yaygınlaşmasının aşkı öldürüp yok ettiği iddiası doğrusunu isterseniz bana biraz komik geliyor.
Bir erkeğin ya da kadının, çok fazla sayıda “cinsel çağırıya” maruz kalması nedeniyle aşktan soğuması, vazgeçmesi ya da kalbini böyle bir duyguya kapatması söz konusu olamaz çünkü.
Eğer öyle olsaydı, ilkel toplumlarda ya da kadın ile erkek arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin çok azaldığı sosyalizm sonrası Doğu Avrupa’sında aşk diye bir şey kalmazdı.
Böyle bir şey olmadı. Ne tarihte ne de bugün.

***

Biri diğerine bağlı iki soru sorayım, herkes içinden yanıtlasın:
İnsan, âşık olma iradesine sahip midir, âşık olmaya kendisi mi karar verir?
Yoksa aşk tesadüflerden beslenen bir durum mudur, kendiliğinden doğup, kendiliğinden ölebilir mi?
Ben “iradeci” tarafta yer alıyorum.
Toprağı bol olsun Ortega y Gasset gibi düşünüyorum.
İnsan bir kez âşık olmayı başarabildiyse, bunu bir kez daha, bir kez daha yapabilir.
Yaşadığı şeyin ne olduğunu bilir, bir kez daha âşık olabilir.
Gasset, “Bir kez bile sevmek, sevginin var olduğu konusunda ayak diremek demektir; onsuz bir evren bulunabileceği olasılığını yadsımak demektir” diye yazıyor.

Alec Soth’un Looking for Love kitabında

***

Issız bir ada hayal edelim, karikatürlerdeki gibi. Ufukta bir gemi batıyor, bir kadın ve bir erkek yüzerek o ıssız adaya çıkmışlar. Bir palmiye, bir küçük mağara filan var adanın üzerinde.
Kadın ile erkek o adada bu kazanın sonucu olarak baş başa kalmışlar. Birbirlerini ilk kez görüyorlar.
Teorik olarak ikisinin de bir kadına ya da bir erkeğe ulaşma olasılıkları yüzde 100.
Yine teorik olarak bu cinsel çağrıya yanıt alma olasılıkları da zaman değişkenine bağlı olmakla birlikte yüzde 100.
Ömür Gedik’in “diyorlar” kaynağı haklı ise bu ikilinin bir gemi tarafından kurtarılana kadar aşık olmayacaklarını varsaymamız lazım.
Oysa işler böyle gelişmez.
Issız bir adaya düşen bir erkek ya da kadın, eğer daha önce gerçekten âşık olmuşlarsa, o adada zaman içinde birbirlerine de âşık olabilirler diye düşünürüm.

***

Yine Ortega y Gasset’e dönelim. Diyor ki, “Bizleri başka insanların cinsel çekimlerinden koruyan şey, bir tek kişiye aşk ile bağlı olmamızdır.”
Burada niye “koruyan” kelimesini seçtiği çok açık.
Bu ciddi bir tehlikedir, bir ilişkiyi zehirleyecek en ağır baldıran otu budur çünkü.
Eğer ilişkimiz bir aşktan kaynaklanmıyorsa, kolayca başka çekimlere kapılabiliriz.
Acaba Ömür’ün kaynağı “diyorlar”ın anlatmak istedikleri bu muydu?
Zaten aşık olmamış kişilerin, o daldan bu dala uçup duruyor olmaları?

Paris/Fransa (David Alan Harvey / Magnum Photos)

***

Milliyet yazı işlerindeki toplantılardan birinde editör arkadaşım Nilay Örnek şöyle demişti: “Eski romanları okuyunca kafam karışıyor. Sadece benim değil, bütün kızların kafası karışıyor. Romanlarda anlatılan aşklar, gerçek hayattakine hiç benzemiyor. Romanlardaki duyarlı erkeklerin hiçbirisi gerçek hayatta yok. Pembe dizilerdeki aşklar da öyle. Bütün gün dizilerdeki romantik erkekleri izleyen kadınlar, akşam olup da gerçek erkekleriyle karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğruyorlar. Acaba en doğrusu bu romanları hiç okumamak mı diye düşünüyorum.”
Ona ve diğer arkadaşlarıma önerim bunları okumaktan asla vazgeçmemeleri gerektiğiydi.
La Rochefoucauld, aşk romanları olmasa aşkın bilinemeyeceğini söylüyor.
Bunu şiir ve çağımızın en önemli sanatı sinema için de söyleyebiliriz.
İnsan ruhunu kavramaya ve anlatmaya çalışan sanat ürünleri olmasaydı, saf aşkın ne olduğunu, ne olması gerektiğini hiçbir zaman bilemeyecektik.
Evrenin kendine özgü düzeni insanı var olanın, gerçeğin içinde tutsak eder. Bunun dışına çıkmak ancak ve ancak insanın zihninde başarabileceği bir şeydir. Bu gerçekliğin dışına çıkmaktır ve insanın evrenin tekdüzeliğinden kaçışı anlamına gelir.
Günlük yaşamın sıradan olaylarını, diğer sıradan olaylardan ayırmak ve onu anıtsallaştırmak da sanatın başladığı noktadır.
Romanlarda yapılmaya çalışılan da budur. “Roman gerçeği” ile “gerçek hayat gerçeği”nin farklılığının nedeni de.
“Yabani insan” ile günümüzün modern insanını ayıran temel şey bizim dışımızdaki evreni kendi bakış açımıza göre düzenlememizdir. Yabani insanın bir “görüşü” yoktu. O doğar, büyür, avlanır, yer, içer, üredikten sonra yaşlanır ve ölürdü.
Ege güneşi, zeytin, üzün ve incir bir araya gelince felsefe doğdu, insanlar sormaya başladılar. “Ben kimim” diye başladılar, ardı arkası kesilmedi.
Sorulan sorulara verilen her yanıt, yeni bir sorunun da sorulmasıyla sonuçlandı. İnsan “gerçek yaşamı”nın dışına çıktı ve “ideal” olanın ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Romanlarda sanatçıların yapmaya çalıştığı da budur.
Yaşamın çıplak gerçeklerini yazarın kendi zihninde yeni bir düzene sokması, idealize etmesi ve yeni bir gerçeklik yaratması.
Evet onun için romanlarda okuduğumuz filmlerde izlediğimiz aşkları gerçek dünyada bulmak, öylesini yaşamak zor.
Aynısını yaşayamıyoruz diye aşkın bitiğini düşünmek bu nedenle yanlıştır.
Ayşe Özyılmazel, kendimizi çok sevdiğimiz için başkasını sevemediğimizi yazmıştı.

İnsan kendisini beğenmezse orta yerinden çatlar, bu bir gerçek.
Ama unutmayalım ki herkes bunun başkalarınca paylaşılmasını da ister.
Aşk, bunun zeminini yaratır.

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye konusunda kafalar karışık

Siyasi İslamcılar, Esad’ın devrilmesiyle ortaya çıkan durumu “devrim” olarak niteliyorlar. Öte yandan kendilerini “komünist” ya da “sosyalist” diye tanımlayanların da kafaları biraz karışık. İnsan hakları, özel olarak kadınların hakları, işçilerin, çalışanların haklarını bekleyen gelecek ne olacak?

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

"
"