Futbol maçlarını televizyondan izliyor musunuz bilmiyorum.
İzleyenler fark etmişlerdir, pandemi nedeniyle boş olan tribünlere pankartlar asılmış.
Oyun akışı içinde ekrana görüntüsü giren pankartlarda iki şey dikkati çekiyor: Büyük harflerle TMM yazısı ve Recep Tayyip Erdoğan'ın fotoğrafı.
TMM, "temizlik – maske – mesafe" anlamına geliyor, altındaki açıklaması böyle.
Pandemi nedeniyle vatandaşları uyarmak için temel kural bir kez daha hatırlatılıyor.
Peki bir futbol maçında, tribünlere asılmış bu pankarttaki Recep Tayyip Erdoğan fotoğrafı hangi anlama geliyor?
Hayır, bir futbol kulübümüzün sembolü olmuş değil. Onu damada kaptırdı.
SSport'a da aboneyim. İngiltere'den, İspanya'ya, İtalya'dan Almanya'ya hatta gece yarısı uykum kaçarsa Latin Amerika liglerine kadar eğer önemli bir maç varsa izliyorum.
Pandemi nedeniyle tribünler boş. Bazı ülkelerde az sayıda seyirci alınıyor.
Hiçbir medeni ülkenin devlet başkanının ya da başbakanının fotoğrafının dev pankartlar halinde stadyumlara asıldığına tanık olmadım.
Mesela Angela Merkel: Federal Almanya Şansölyesi olmasının da ötesinde dünyanın en güçlü kadınları listesinde 1 numara. Üstelik üçüncü havalimanı ile üçüncü köprüyü kıskandığı için de Erdoğan ile rekabet halinde olması lazım ama stadyumlarda fotoğrafını bırakın, esamesi okunmuyor.
Birleşik Krallık Kraliçesi mesela. Ülkenin sahibi. Akıllarına böyle bir şey gelmemiş.
Saya saya bitiremem; bildiğimiz medeni, demokratik ülkelerin hiçbirinde kralın, cumhurbaşkanının, başbakanın fotoğrafları stadyumlarda asılı değil.
Gazeteci olarak dünyanın yarısından fazlasını dolaştım.
Bir ülkenin demokrasiyle mi, otoriter bir rejimle mi yönetildiğinin en açık örneği, iktidarda olan kişinin fotoğraflarını cadde ve sokaklarda görüp – görmediğinizdir.
Ülkeyi yöneten kişinin fotoğrafları sokaklardaysa bilin ki demokratik olmayan bir ülkedesiniz, adımlarınıza dikkat edin, başınıza her şey gelebilir.
Özbekistan'dan tutun da Uganda'ya kadar uzun bir listesi var bunların.
Türkiye'nin de işte onlar gibi bir ülke olmak yolunda yokuş aşağı yuvarlanmakta olduğunun örneği stadyumlardaki Recep Tayyip Erdoğan fotoğrafı.
Diyeceksiniz ki "günaydın", "bunu görmek için maç mı izlemen gerekiyordu?"
Hayır, izlemem gerekmiyordu, zaten daha önce de Erdoğan rejiminin, diğer otokrat kardeşleri ile benzerliğine dikkat çeken çok yazı yazdım.
Erdoğan fotoğraflarının her köşe başında karşımıza çıkıveriyor olması, neredeyse her gün, her dakika bir yerlerde konuşuyor olması, görüntüsünün ve sesinin evlerimizi ve işyerlerimizi işgal etmesi otokrat rejimlerin vazgeçemeyeceği işlerdendir.
Liderin sizi her an, her yerde izlediği, takip ettiği duygusu biz sıradan insanlara böyle geçirilir.
Yaşanan onca zulme, işsizliğe, ekonomik çöküntüye, pandemi sürecini yüzüne gözüne bulaştırmasına rağmen rağmen oylarının hâlâ belli bir düzeyde olmasının suçunu sadece muhalefete yıkanlar, bu gerçeği de ihmal ediyorlar.
Bu propaganda bombardımanına rağmen iktidarının sallanmakta oluşu da gidişinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
* * *
Erdoğan da yeterli aşı alamadığımızı itiraf etti
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "aşı çalışmalarında gelinen seviye itibariyle inşallah önümüzdeki döneme çok daha umutla bakıyoruz" dedi.
Yanlış anlamayın, umutla baktığı şey, önümüzdeki dönem, yoksa yeterli miktarda aşı bulmuş değiliz.
Hükümetin beceriksizliği ve öngörüsüzlüğü yüzünden Türkiye aşı siparişinde sona kaldı, o yüzden de dona kalacağız.
Erdoğan şöyle diyor: "Yerli aşımızın devreye gireceği tarihe kadar ihtiyacımız olan aşıların bağlantılarını büyük ölçüde tamamladık."
Yerli aşının "faz 2" çalışmaları yeni başladı. Neyle karşılaşacağımızı henüz bilmiyoruz.
Dolayısıyla "devreye gireceği tarihi" de bilmiyoruz.
Belli ki erken sipariş konusunda treni kaçıran Erdoğan yönetimi, ümidini aşının erken devreye girmesine bağlamış.
Sözlerindeki şu ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim: "Bağlantıları büyük ölçüde tamamladık."
Bunun Türkçesi şu oluyor arkadaşlar: Yeterli sayıda aşı bağlantısı yapabilmiş değiliz.
Zaten Sağlık Bakanı da Sözcü'de İsmail Saymaz'a, "daha çok istiyoruz ama veremiyorlar" demişti.
En az 60 milyon kişiyi aşılamamız lazım ki yaygın bir koruma sağlamış olabilelim ve siparişimiz 50 milyon doz, ancak 25 milyon kişiyi aşılayabilecek.
Bu aşının nasıl ve hangi sırayla yapılacağını bilmiyoruz.
Sağlık Bakanı şöyle açıkladı: "Sağlık çalışanları ile birlikte 65 yaş üstü ile yaşlı, engelli, koruma evlerinde kalanlar ile kalabalık yerlerde yaşayanlar. İkinci aşamada toplum işleyişi için gerekli sektörlerde, kritik işlerde çalışanlar, 50 yaş ve üzeri en az 1 kronik hastalığı olanlar aşılanacak. Üçüncü aşama 50 yaş altı en az 1 kronik hastalığı olanları, genç yetişkinleri, ilk iki grupta yer almayan sektör ve meslek çalışanlarını kapsıyor. Dördüncü ve son aşamada ise ilk üç grubun dışında kalan tüm bireyler aşılanacaktır."
65 yaş üstü nüfusumuz 7 milyon 550 bin kişi. Peki "kalabalık yerlerde yaşayanlar" kaç kişi?
Sanıyorum bununla yurtlarda kalanlar, büyük inşaat şantiyeleri gibi yerlerde bulunanlar kastediliyor olmalı. Sayılarını bilmiyoruz.
Toplum işleyişi için kritik işlerde çalışanlar ile en az 1 kronik hastalığı olan 50 yaş üzerindeki kişilerin sayısı da belli değil. Bakanlık bunları biliyor olmalı ama açıklamadı.
50 – 65 yaş nüfusumuz 12 milyon 500 bin kişi.
Ismarladığımız 25 milyon kişilik aşının bu noktada biteceğini varsaymalıyız.
Çünkü Türkiye'de yaşıyoruz.
Biliyoruz ki "toplum işleyişi için gerekli sektörlerde, kritik işlerde çalışanlar" arasına çok miktarda "torpilli" kaynak yapacak.
Geri kalanların işi "inşallah yerli aşının yetişmesine bağlı" olacak, bu açıkça görülüyor.
Bunun tarihini görebilmek için Diyanet İşleri'ni takip edin derim.
Meteorolojinin yağmur haber verdiği hafta "yağmur duasına" çıkan Diyanet, kuşkunuz olmasın ki aşının 3. Faz deneylerinin de başarılı olduğunun ilan edileceği hafta bir "aşı duası" tertip edecektir.
* * *
Dertleri hayat biçimimize karışmak!
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, dilinin altındaki baklayı Habertürk'te Nagehan Alçı'ya çıkardı.
Hafta sonunda içki satan büfelerin kapatılıp, "haksız rekabet olmasın" diye marketlerde de içki satışının yasaklanmasını şöyle açıkladı:
"Devlet olarak aldığımız karar dünyayla uyumlu. Her şeyden tartışma çıkarıp ortalığı bulandırmak isteyenler Avrupa'daki örneklere baksınlar. Avrupa'da yapılandan farklı bir uygulama yok. Sosyal mesafe deyip duruyoruz. İçki sosyal mesafeyi azaltan bir etkiye sahip. Tabii ki kısıtlama getirmekte haklıyız."
Bakan, herkesin gözünün içine bakarak yalan söylüyor.
Bu uygulama ile Avrupa'daki uygulamaların alakası yok.
Avrupa'da da, Türkiye'de olduğu gibi "kapanma" kararı lokanta ve barlar için geçerli.
Marketlerde, büfelerde insanlar canları ne isterlerse alıp, evlerine götürüp, içebilirler.
Ve olanca hızıyla yalana da devam ediyor:
"Koronavirüs önlemleri kapsamında Batı'da bütün ülkeler içki satışına kısıtlamalar getiriyorlar. Kaldı ki Dünya Sağlık Örgütü'nün uyarısı ve tavsiyesi var salgınla mücadeleye içkinin olumsuz etkisi üzerine. Bilimsel bakışla da uyumlu bizim kararımız. İstedikleri kadar itiraz etsinler, dünyadan haberleri yok."
Alkol tüketiminin artması ile Koronavirüs'ün yayılması arasında bir ilişkiyi gösteren herhangi bir araştırma yok.
Bakan, bütün siyasal İslamcılar gibi gözü kapalı uyduruyor.
Dertleri bu fırsattan istifade ederek vatandaşların özel hayatlarına burunlarını sokmak.
Sana ne, insanlar evlerinde içki mi içiyorlar, sarılıp, öpüşüyorlar mı?
Adı üzerinde "ev". Hane halkı zaten yasak süresince bir arada. Sosyal mesafe mi olur evin içinde?