Biraz uzunca bir giriş olacak, ama sıkılmayacağınızı temin ederim.
Yunan kamuoyu, Türkiye ile ilişkiler konusunda, Türkiye'ye göre her zaman daha hassastır.
Bunu anlamaya çalışmışımdır ama doğrusunu isterseniz başarılı da olabilmiş değilim.
Yıllar önce Atina'da, Yorgo Kırbaki ile gittiğimiz bir kabarede Türkler ile ilgili olarak yapılan kaba esprilere bile güldüklerini gördüğümde şaşırmıştım.
Türkiye'de, Yunan halkı ile ilgili böyle espriler yapıldığına tanık olmadığım gibi o seviyedeki esprilere gülecek insan bulmamız da zor olur.
Düşünün, Taksim'de bir gece kulübünde şarkı dinlemeye gitmişsiniz, sahneye çıkan komik adam Yunanlılar üzerine espriler yapıyor! Hiç olabilecek bir durum değil.
Bir keresinde de (2007 yılının Ağustos ayıydı) Hürriyet'te "12 adaların işgali Symi ile başladı" mealinde bir yazı yazmış ve Türkiye'den giden turistlerin bu küçük sevimli adayı ne hale getirdiklerini anlatmıştım. (Symi, Datça'nın hemen karşısındadır. Osmanlı, 12 Adalar'ı İtalya'ya vermeden önceki adı Sömbeki idi.)
Yunanistan'daki dangalak milliyetçiler bunu ciddiye aldılar. Elefteros Tipos ve Ethnos isimli iki büyük gazete "makalemin Türkiye hükümetinin 12 Adalar politikasındaki değişikliği işaret ettiğimi" yazdı.
Meğerse benim yat sahibi Türk zenginleriyle dalga geçtiğim yazım, Helen Adaları'nı Türkleştirmek planını ifşa etmiş!
Güya hükümet sözcüsüne sormuşlar o da "Dikkatle izliyoruz" demişti.
Aşırı milliyetçiliğin insanı körleştiren bir yönünün de olduğunu bizim buradaki tiplerden de biliyoruz.
Bugünlerde Yunanistan'da, Türkiye'nin yapacakları – edecekleri ile ilgili olarak televizyonlarda kafa ütüleyenlerin sayısının çok olması normal tabii ama ortada fol yok yumurta yokken bile Türkiye ana gündem maddelerinden biridir hep.
Bunun nedeni onlara kıyasla "dev bir komşu" ile yan yana yaşıyor olmaları olabilir.
Oysa biz de Rusya ile yan yana yaşıyoruz, günlük hayatımıza egemen olan bir Rusya fobisine hiçbir dönemde tanık olmadım.
Komünizm korkusunun özel olarak beslendiği dönemlerin asıl amacı da Türkleri, Rusya ile korkutmak değil, Amerikan uşaklığını kabul etmelerini kolaylaştırmaktı diye düşünürüm.
Kim bilir, belki de biz boş vermiş bir milletiz, dünya yıkılsa umurumuzda olmuyordur.
Sohbet konumuz bu değil, Doğu Akdeniz'de başlayıp, Ege'ye doğru uzayan Türkiye – Yunanistan gerilimine gelmek istiyorum.
Yunanistan'ın 9 Eylül 1922'deki "Küçük Asya bozgunundan" sonra, kısa bir barış döneminin ardından Türkiye ile Yunanistan'ın arası sıkça gerildi.
Kıbrıs meselesi, Yunanistan'ın kara sularını 12 mile çıkarma denemesi, adaların da kıta sahanlığının olduğu iddiası, Kardak konusu bu gerilimin askeri planda en çok yükseldiği meseleler.
Bunun dışında askeri gerilime neden olmasa da Atina'da cami meselesi, Batı Trakya Türklerine karşı uygulanan baskı politikaları, İstanbul Rumlarına karşı uygulanan ayrımcılık, Suriyeli göçmenleri sınıra yollamak gibi meseleleri de eklemek gerek.
Kıbrıs Barış Harekatı'nın hemen ertesinde gazeteciliğe başladım ve bütün bu gerilimleri gazeteci olarak takip ettim.
Şunu söyleyebilirim ki Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilimi, ilk kez bu kadar ciddiye alıyorum.
İlk kez askeri bir çatışma olasılığını da güçlü olarak içinde barındıran bir gerilim sürecinden geçiyoruz.
Bunda, yazımın başında anlatmaya çalıştığım, Yunan kamuoyundaki Türkiye hassasiyetinin de önemli bir payı var.
Yunanistan hükümetlerinin, yanlarına bir ağabey alıp, Türkiye'ye diklenmeyi sevdikleri de bir sır sayılmaz.
Bu kez ağabeylik rolünü Macron'un Fransa'sı üstlenmiş görünüyor.
"Ortodoksların koruyucu ağababası Rusya" faktörü de her zaman ceptedir, bunu da not edelim.
Ve Yunan politikacıları bir kez daha hatalı bir değerlendirme içindeler.
Erdoğan yönetiminin bölgedeki yalnızlığından ve uluslararası arenada pek dostunun kalmamasından alınan bir cesaretten kaynaklanan hatalı değerlendirme bu.
TSK'nın Libya'da, Suriye'de, Kuzey Irak'ta sıcak çatışmaların içinde olması, Azerbaycan'da gövde gösterisi yapmak durumunda kalmasından da beslenen bir hatalı değerlendirme.
Bu köşede Erdoğan yönetiminin dış politikasını sıkça eleştirdiğimi hatırlarsınız.
Çünkü Erdoğan yönetiminin dış politikası, Türkiye'nin uzun vadeli çıkarlarının gözetilmesi temelinde değil, iç politikada yarattığı gerilime destek olması ekseninde yürütülüyor.
Dış politikası, iç politikanın alt başlığı gibi.
Belli ki içimizden birilerinin çıkıp duruma ve zemine göre bazen ABD'ye, bazen Rusya'ya, Almanya'ya, AB'ye, Mısır'a, Suriye'ye bağırıp, çağırması halkımızın da hoşuna gidiyor.
Bu politika, Erdoğan yönetimine, beceriksizliklerini örtmek için ihtiyaç duyduğu illüzyonu sağlıyor: Üst akıl, dış güçler vs. ile savaşan; Golyat'ı bir sapanla yere deviren Davut!
Araştırmalar gösteriyor ki Erdoğan rejimi tükenme noktasına çok yakın.
Anayasa değişmezse Cumhurbaşkanı seçilmek için yüzde 50 + 1 oy şart ve çalışma yaşındaki insanların yarısının işsiz gezdiği bir ülkede, bu oya ulaşabilmek Erdoğan için bile o kadar kolay görünmüyor.
Türkiye'nin askeri darbe dönemlerini andırır bir dar gömleğin içine sokulmak istenmesi de bundan kaynaklanıyor.
Doğu Akdeniz'de, Fransa'nın çapsız Cumhurbaşkanı ile en az onun kadar yetersiz Yunanistan Başbakanı'nın bulduklarını sandıkları fırsat, aslında Erdoğan'ın bulmayı beklediği fırsattır.
Günümüz dünyasında, tarafları bu şekilde, aynı ittifakın üyesi üç devlet olan bir askeri çatışma kaç saat sürebilir dersiniz?
Erdoğan'a bir saat bile yeter.
Kimin kazandığının, kimin kaybettiğinin asla belli olmayacağı bir askeri çatışma!
Elindeki muazzam propaganda makinesini harekete geçirip, en kötü olasılığı bile zafere çevirme yeteneğini de ihmal etmeyelim.
Askeri kapasitelerine baktığınızda Yunanistan ile Türkiye aynı ligin oyuncusu değiller.
Fransa'nın desteği bu dengeyi ne kadar değiştirebilir, Yunanistan'ın iyi düşünmesi gerek.
Ülkesinde birçok sorunu olan Macron, binlerce mil uzakta, Doğu Akdeniz'in bir köşesinde savaşa girişmeyi halkına izah edebilir mi?
12 Ağustos günü bu köşede şunu yazmıştım:
"Georgetown Üniversitesi psikologlarından Dr. Fathali M. Mogadham'ın, 'Diktatörlüğün Psikolojisi' isimli kitabından şu alıntıyı, tekrarlayayım:
'Demokratik yollardan seçilmiş karizmatik bir lider, sahip olduğu desteği arttırmak için ulusun dikkatini dış kaynaklı tehditlere çekecek manevralara giriştiği zaman, demokrasiye yönelik en büyük tehlike baş gösterir ki bu durumdaki bir lider bölücü bir taktik olarak savaş bile çıkarabilir.'
Onun için uluslararası güç gösterisi ile Erdoğan'ı geriletebileceklerini zannediyorlarsa hesaplarını bir kez daha gözden geçirmeleri yararlı olur."
Yunanistan da, Mısır da, Fransa da, Kıbrıslı Rumlar da, İsrail de şunu unutmamalı:
Doğu Akdeniz'in zenginliklerinden yararlanmak istiyorsanız bunu Türkiye'yi yok sayarak başaramazsınız.
Aynı şey Erdoğan yönetimi için de geçerli.
Mısır'ı, İsrail'i, Kıbrıslı Rumları yok sayarak Doğu Akdeniz'deki çıkarlarınızı koruyamazsınız.
Elindeki silaha güvenerek, konu komşuya dayılanan mahalle kabadayıları gibi davranmaktan vazgeçip, oturup konuşarak anlaşmanın bir yolunu bulmalısınız.