Zaman zaman Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sağlığı ile ilgili endişeye kapılıyorum.
Hayır, sağlığı ile ilgili dedikodulardan söz etmiyorum. Allah korusun, zaten bu tür dedikodulara inanmam, bana sorarsanız sizler de inanmayın derim.
Endişemin nedeni bazı konuşmaları.
Kendisinden beklenmeyen öyle şeyler söyleyebiliyor ki “acaba ateşi mi çıktı” diye düşünmeden edemiyorum.
Biliyorsunuz ani ateş yükselmeleri bazı insanlarda sayıklamalara, halüsinasyonlara filan yol açabiliyor.
Dün Dolmabahçe Sarayı’na yabancı gazetecileri davet etti.
Öyle şeyler söyledi ki adamlar mutlaka “şallak mallak” olmuşlardır.
Buyurun, birlikte okuyalım:
“Basın yayın organlarının halk adına siyasetçileri denetlemesine asla karşı çıkmadık. Hepimizin üzerine titrediği medya özgürlüğü bunun için vardır. İnandırıcılığını kaybetmiş medyanın ne topluma ne de insanlığa hiç bir faydası olamaz. Demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelendirilen medya, siyaseti dizayn etmenin bir aracı haline dönüştürülmemelidir.”
Allah sizi inandırsın, gözlerimden bir iki damla yaş da süzülmedi değil! Okurken insanın tüyleri ürperiyor vallahi!
Gerçi Hürriyet gazetesindeki köşemi tam da bu sözünü ettiği denetleme görevini yerine getirmeye çalışırken, bizzat kendi açtığı telefonla kaybettim ama olsun.
Öte yandan doğru bir meseleye de parmak basmış. Bakınız: “İnandırıcılığını kaybeden medya” ile ilgili söyledikleri.
Bakın Sabah gazetesi günlerdir İsmail Küçükkaya’yı infaz etmeye çalışıyor, tınlayan yok.
Bir de eski Sabah, eski Hürriyet, eski Milliyet’in etkisini düşünün. Milyarları bu işe gömdüler, bedava dağıttıkları gazeteleri bile okuyan yok. Etkileri de soldaki sıfır kadar.
Neyse lafı dağıtmayalım, dediğim gibi Reis bunları söyleyince endişelenmiştim ama sıra yabancı gazetecilerin sorularına gelince Türk gazetecileri ses ve görüntü kaydetmesinler diye salondan çıkarılmışlar!
Demek ki bu söyledikleri Türkiye ve Türk gazetecileri ile ilgili değilmiş.
Derin bir oh çektim tabii, Reis fabrika ayarlarına çabuk döndü diye.
***
Bu “gönüllüler” ne yapacaklar?
Yeni Askerlik Kanunu tasarısındaki Cumhurbaşkanı’na bazı kişileri askerlikten muaf tutma yetkisi verilmesi ile ilgili eleştirilerimi “Alaturka Baas rejimine doğru adımlar” başlıklı yazımda belirtmiştim. (t24.com.tr, 28 Mayıs 2019)
Önceki gün TBMM, bu maddenin “düzeltilmiş halini” kabul etti.
Neyi düzeltmişler diye baktım: Birileri bizimle dalga geçiyor olmalı, düzelen bir şey yok.
Madde şu hale getirilmiş:
“Barışta, olağanüstü hal veya seferberlik hallerinde veya savaşta, askerliğini henüz yapmadan, Milli Güvenlik Kurulu’nca gerekli görülen sahalarda Bakanlığın teklifi üzerine Cumhurbaşkanı’nca özel olarak görevlendirilen gönüllüler, belirlenen şartlara uydukları takdirde askerlik hizmetinden muaf tutulur.”
Maddenin eski halinde Milli Güvenlik Kurulu ve bakanlık işin içine girmiyordu.
Peki soralım: MGK’yi kim seçiyor? Tüm üyelerini Cumhurbaşkanı tayin ediyor!
Milli Savunma Bakanı’nı kim tayin ediyor? Cumhurbaşkanı.
Peki göreve gelmeleri ve görevden ayrılmaları Cumhurbaşkanı’nın iki dudağının arasında olan bu heyetler, Cumhurbaşkanı’nın taleplerine “hayır” diyebilirler mi?
Bu madde, Cumhurbaşkanı’na son derece keyfi bir uygulama alanı açıyor.
“Cumhurbaşkanınca özel olarak görevlendirilen gönüllüler” ne demek?
Bunlar ne yapacaklar? Cumhurbaşkanı kendisine özel suikast timi mi kuracak, sabotaj ekibi mi seçecek?
Türkiye Cumhuriyeti’nin, silahlı ve silahsız kurumları var. Görev ve yetkileri kanunlarla, yönetmeliklerle belirlenmiş meşru kurumları.
Bu kurumların personelinin yapamayacağı, yerine getiremeyeceği nasıl bir görev olacak ki Cumhurbaşkanı gönüllü arayacak, bulursa da askerlikten muaf tutarak, ödüllendirecek?
***
AKP’nin paniğe kapılmasının nedeni
İstanbul seçimlerinin siyasi baskıyla yenilenmesi kararı verildiğinden beri AKP’nin şirazesi kaydı.
Herhangi bir siyasi parti, bu kadar kısa bir süre içinde böyle zikzaklar çiziyorsa bilin ki ne yapacağını bilemeyecek kadar paniktedir!
Mesela Saadet Partisi için üç ay önce söylediklerini hatırlayın. Bu partiyi, FETÖ, PKK, CHP ile ittifak içinde olmakla suçluyorlardı.
Önceki gün bir baktık, Binali Yıldırım, Milli Gazete’ye gitmiş Saadet Partisi’nden özür diliyor.
Üç ay önce karşılarındaki herkes PKK’lıydı, bugün bakıyoruz Abdullah Öcalan’ın HDP seçmenine “tarafsız kalın” demesini bekliyorlar.
Dün MHP can yoldaşlarıydı, seçimin yenileneceği belli olduğundan beri MHP ile bir arada görünmemeye çalışıyorlar.
Dün “Kürdistan diyen kuzey Irak’a gitsin” diyordu, bugün Kürdistan demek serbest.
AKP Genel Başkanı’nın miting yapmaması ve geri planda kalması söz konusuydu, bir baktık yine meydanlara fırlamış.
Bir yandan da parti devleti uygulamaları içinde, Valisi, polisi, istihbarat servisiyle muhalefete yüklenmeye çalışıyorlar.
Bütün bu görüntü paniğin artık kontrol edilmesinin giderek güçleştiğini ve partinin rüzgarın önünde savrulmaya başladığını gösteriyor.
Bunun da nedeni seçimi kaybederlerse, ellerinden uçup gidecek olan İstanbul bütçesi.
Bakın, Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı Nureddin Nebati ne diyor:
“Büyükşehir Belediyesini biz kaybedersek ne kaybedeceğimizi hepimiz 31 Mart'tan sonra çok iyi anladık. 18 günlük süreçte bunlar nasıl devasa bir şey alacaklarını ve onunla neler yapabileceklerini öğrendiler.”
Evet temel sorun bu: Milyarlarca liralık avanta kapısı kapanacak.
O devasa bütçenin, siyasetin finansmanı ve yandaş cebi doldurmak için kullanılması artık söz konusu olmayacak.
Seçimi kaybederlerse, en sevdikleri şeyden olacaklar!