Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, salgının kontrol altına alındığını söyledi. "Her gün daha ilerideyiz, iyiyiz" dedi.
Türkiye’nin en düşük ölüm oranına sahip ülkelerden biri olduğuna dikkat çekerek "her üç yatağımızdan biri dolu" dedi.
Bakanın bu söylediği son derece önemli, çünkü Koronavirüs salgınının toplum için yarattığı tehlikeyi büyüten husus, sağlık sisteminin virüsü kapanlara ve normal hastalara hizmet veremeyecek hale gelmesi.
Böyle bir sorunumuz olmadığı görülüyor.
Hasta yatağı konusunda bir sorun ile karşılaşmamış olmamız altı çizilmesi gereken önemli bir avantaj.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da Ramazan Bayramı’ndan itibaren il il ve meslek gruplarına göre açılmanın planlanacağını söylüyor.
Salgın ile mücadele konusunda Türkiye’nin izlediği yolu "kontrollü sürü bağışıklığı sistemi" gibi tanımlamak mümkün.
Nüfusun bir bölümünü evlerinde tutup, hastalığın yayılmasını önlerken, üretimi durdurmamak için sokağa çıkma yasakları ilan etmemek tercih edildi.
Devamlı okuyucular hatırlıyorlardır, sokağa çıkma yasağını savundum.
Toplumun bir bölümünü hastalıktan korumaya gayret ederken, diğer bölümünü fabrikalara, şantiyelere, işyerlerine göndererek hastalığa açık hale getirmek benim ahlak anlayışımın kabul edebileceği bir konu değil.
Salgın tehlikesi tamamen bertaraf edildikten sonra ölümlerin hangi kesimleri vurduğunu daha net görebileceğiz elbette.
Ancak şunu şimdiden söylemem falcılık sayılmaz:
Kurbanların çoğunluğunu işçi, memur, esnaf gibi çalışmak için evden çıkmak zorunda kalanlar oluşturacak.
Falcılık değil çünkü, virüsten etkilenenlerin illere göre dağılımları açıklandığında bu tabloyu açıkça görmüştük. (Bu konuya 3 Nisan 2020 günü T24’te yayımlanan "Virüs, ‘zengin – fakir’ öyle bir ayırıyor ki!" başlıklı yazımda dikkat çekmiştim.)
Sağlık sistemimizin, salgına yanıt verme yeteneğini de gördükten sonra şunu düşünmeden edemiyorum:
Mart’ın ikinci yarısında ve Nisan ayında 14’er günlük iki sokağa çıkma yasağı uygulaması yapmış olsaydık, bugün Sağlık Bakanı’nın "iyiyiz" dediği noktaya daha az kayıpla gelebilir miydik?
Bilim Kurulu’nun, sokağa çıkma yasağıyla ilgili önerilerinin, Erdoğan tarafından kabul görmediğini biliyoruz.
Bu tür kararlar elbette kaçınılmaz olarak siyasi kararlardır.
Erdoğan’ın siyasi tercihi "işçi, memur ve esnaf için sürü bağışıklığı", evlerinde oturma lüksüne sahip olanlar için "karantina" şeklinde tecelli etti.
* * *
Eli böğründe aşı bekleyenler olacak
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 13 Mart günü, Ahmet Hamdi Akseki Camii’ni dolduran cemaate "tedbir müminden, takdir Allah’tandır" konulu bir cuma hutbesi okudu.
Bir film olsa gülebileceğimiz bir görüntüydü: Millet omuz omuza saf tutmuş, Diyanet İşleri Başkanı "kalabalıklardan uzak durun" diye tavsiyede bulunuyor!
Gülemedik tabii, dehşetle izledik.
Başkan Erbaş, o gün hutbede şunu söylemişti:
"Tarih boyunca pek çok hastalık Allah’ın yardımı ve insanların gayretli araştırmalarıyla tedavi edilmiştir. Bugün dünyanın dört bir köşesine yayılan Koronavirüs'ün de inşallah şifası bulunacaktır."
İki gündür gelen haberlerde virüse karşı aşı için ilk aşamaların geçildiğine ve insanlarla deneye başlanacağına ilişkin haberleri okurken bu hutbe geldi aklıma.
Şu andaki tablo gösteriyor ki Allah, aşının geliştirilmesi konusunda yardımını, bu konuda gayret gösteren Hristiyan bilim insanlarından esirgememiş.
Teolojik bir tartışmaya girmeyeceğim tabii, inançlar ile ilgili konular ciddiyetle ele alınmalıdır, günlük tartışmaların vesilesi olamazlar.
Şuraya gelmek istiyorum: Öyle görünüyor ki virüse karşı bağışıklığı sağlayacak aşının eli kulağında.
Aşı bulunduktan sonra her devlet kendi vatandaşlarını hızla aşılamak için seferber olacak, buna da kuşku yok.
Zengin devletlerin vatandaşları daha önce, fakir devletlerin vatandaşları daha sonra bu olanaktan yararlanabilecek.
Kimisi parasını verse bile (ki Türkiye bunu rahatça verebilecek güçte) üretimin talebi karşılama süresi nedeniyle eli böğründe bekleyecek.
Şimdi sormak gerekiyor: AKP iktidarının, aşı üretme kapasitesine ve bilgisine sahip tesislerimizi kapatması doğru karar mıymış?
* * *
Man Adası’ndan gelen parayla mı alındı?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 65 yaş üstündeki vatandaşlarımıza Koronavirüs ile mücadele kapsamında maske ve kolonya dağıtılacağını açıklamıştı.
Bir aydan fazla zaman geçti, dağıtım tamamlanamadı.
Ankara Valiliği’nin internet sitesinden bildirildiğine göre kolonya ve maskeler "Cumhurbaşkanı’nın hediyesi" diye dağıtılıyor.
Hem torbanın üzerinde bu ifade var hem de evlere torbaları götüren görevliler "Cumhurbaşkanımızın hediyesini getirdik" diyorlar.
Bunu görünce ben de merak ettim, bu kolonya ve maskelerin bedelini kim ödedi? Bütçeden karşılandıysa, bu paketler Cumhurbaşkanı’nın hediyesi olamaz.
Sonuç olarak bu "el kesesi" sayılır ki el kesesinden başkasına hediye verilmez.
Cumhurbaşkanı’nın hediyesi ise bunu kendi parasıyla karşılamış olmalı.
Bu kadar paranın da onda olmayacağını biliyoruz.
Tabii benim aklıma ticaret dehası sayılmaları lazım gelen büyük oğlan ve yakın akrabalar geldi.
Belki de kolonyaların parasını onlar ödemiştir diye düşündüm.
Hatırlarsınız, büyük oğlan Burak Erdoğan, birader Mustafa Erdoğan, enişte Ziya İlgen, dünür Osman Ketenci, eski köylüsü Mustafa Gündoğan, bir şirket kurup, bu şirketi Man Adası’nda kurulu Bellway şirketine 15 Milyon dolara satmışlardı.
Hatta Cumhurbaşkanı, bunu dile getiren Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da 50 bin lira tazminat kazanmıştı.
Kim bilir, Cumhurbaşkanı kolonyaları belki de bu parayla satın almıştır.