Nur içinde yatsın, Recaizade Mahmut Ekrem, vaktiyle Araba Sevdası'nı yazmamış olsaydı, şimdi tam da Saray Sevdası isimli bir roman yazmak mümkün olabilirdi.
Bilmiyorum takip edebildiniz mi?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, deyim yerindeyse "tahtırevan ile gittiği" (*) Kıbrıs'ta, KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar'a "saray yaptırmayı" önerdi.
Belli ki KKTC Cumhurbaşkanları'nın kullandığı köşkü beğenmemiş.
Oysa son derece sempatik bir Akdeniz evidir o köşk.
O binada; Tatar'ın, Erdoğan'ı ağırladığı salonda gazeteci olarak birkaç kez bulunmuştum, şimdi sayısını hatırlayamıyorum.
İlk gördüğümde bizim eski evlerimizde kapıları kapalı olarak misafirler için bekletilen "misafir odalarını" hatırlatan bir havası olduğunu düşünmüştüm: Özenli, temiz, bakımlı ve dantel örtüleriyle "yerli ve milli" bir mekan.
Erdoğan bunu beğenmemiş.
Bildiğim kadarıyla "şahsı" ağzında altın kaşıkla doğanlar familyasından değil. Belediye Başkanı olmadan önce "bir tür gecekonduda" yaşadığını da biliyoruz.
Bu binanın nesini beğenmediğini şöyle anlatıyor:
"Uygun bir yerde, 5 dönüm bir arazi temin etmek suretiyle Cumhurbaşkanlığı makamını da orada süratle inşa edelim ve bu makamını oraya taşıyalım. Zira, bu tür makamlar bildiğiniz gibi farklı ülkelerin bakışını da değiştirir."
Ben söyleyeyim, hiç zahmet edip, boşa para harcamasınlar, çünkü bu tür makamlara aşırı para harcamak, gücü ve kudreti gösterişçilikte bulanlara özgü bir tutumdur.
Köklü bir güç ve zenginliğe dayanmayan görgüsüzlüğe, sonradan görmeliğe işaret eder.
Ekonomik, siyasi ve askeri güce sahip olmadığı halde, parıltılı bir şatafatla "mış gibi" davranma çabasıdır.
KKTC yetkilileri eğer dünya milletler ailesini yöneten devlet adamları içinde saygın bir yere sahip olmak istiyorlarsa, operet sultanları gibi davranmaktan uzak durmalıdırlar.
Devletlerin yumuşak gücü, liderlerin yaşadığı saraylardan kaynaklanmaz. Öyle olsaydı, bizim bin odalı sarayımızla kimse yarışamazdı.
KKTC'nin en son ihtiyaç duyacağı şey de zaten anasına tıpatıp benzeyen bir yavru olmaktır.
Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası'nda, batılılaşmayı özenti bir şekilcilikte gören bir züppe üzerinden toplumsal bir eleştiri getirir. Romanın kahramanı Bihruz, kırık – dökük Fransızcasını da araya katarak konuşur, dış görünüşün "her şey" olduğuna inanır.
Saraylara doyamayan Türk büyükleri, bana nedense Bihruz'u hatırlatıyor. Fransızca kelimelerin yerine doğru dürüst yazıp – okuyamayacağı Osmanlıca kelimeler sokuşturan bir Bihruz!
(*) Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, piknik yapmaya giderlerken Türkiye Cumhuriyeti vergi mükelleflerinin cebinden şöyle gittiler:
Recep Tayyip Erdoğan'a bir uçak. Devlet Bahçeli'ye bir uçak. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'na bir uçak. Bakanlar, resmi zevat ve gazeteciler için bir uçak. Koruma polisleri için 2 uçak. Makam araçları için 1 nakliye uçağı.
Saymaya çalışmayın, ben söyleyeyim: Toplam 7 uçak!
Erdoğan, Bahçeli, Çavuşoğlu ve diğer bakanlar o kadar azametliler ki bir uçağa sığamamışlar belli ki. Oysa uçulan süre topu topu 1 saat!
Sivil havacılık kuralları izin verse insan ayakta bile gidebilir yani!
Ve bu heyet, şimdi ekonominin düze çıkarılması için içilecek acı reçetelerden, tasarruftan filan bahsediyor.
Çalışabilecek yaş ve güçteki insanlarının yarısı çalışacak iş bulamayan bir ülke için ne acı bir tablo!
O koca Saray'da, bu tür gösteriş harcamalarının milletin gözüne sokulurcasına yapılmasının yanlışlığını akıl edecek bir Allah'ın kulu olsun yok mu?
* * *
Aşı geldiğinde ne yapacağız?
Covid - 19'a karşı geliştirilen aşı ile ilgili haberler herkesi heyecanlandırıyor.
İlk aşıyı geliştiren BioNTech'in kurucusu Dr. Uğur Şahin'in açıklamasına göre Türkiye'nin ihtiyacı olan aşı, önümüzdeki yılın Mart ayının sonuna kadar teslim edilmiş olacak.
Sağlık Bakanı da bir satın alma anlaşması imzalandığını söyledi ancak kaç doz aşı ithal edeceğimiz biz vatandaşlar için büyük bir sır.
Bu niye açıklanmıyor, bilemiyorum. Sadece tahmin edebilirim: Çünkü gelecek aşı miktarı, hepimiz için yeterli olmayacak, seçilmiş bir kitle aşılanacak.
Tıpkı grip aşısında olduğu gibi, kimin neden aşılandığını, kimin neden aşılanmaya layık olmadığını anlamakta zorlanacağız.
Oysa dünyanın, halkına değer veren devletleri, sınırlı sayıda elde edebilecekleri ilk partilerin hangi kıstaslara göre kullanılacağını şimdiden açıkladılar.
Mesela, ilk aşının bulunduğu ülke olan ve İstanbul'a üçüncü havalimanını yaptığımız için kıskançlıktan çatlayan Federal Almanya'da hükümet özel sağlık sigortalarının da aşının ücretini karşılamasıyla ilgili bir kanun tasarısı hazırlamış durumda.
Federal Almanya Robert Koch Enstitüsü ve Ulusal Bilim Akademisi, sınırlı sayıda olacak ilk parti aşının hangi sırayla yapılacağını öneren bir bildiri yayımladı. Şimdi bunun üzerinde tartışılıyor ki ilk parti aşı, en gerekli şekilde kullanılabilsin.
Aşının dağıtımında birinci öncelik, ağır hastalık ve ölüm riski yüksek olanlarda olacak. Bunun bir diğer amacı da sağlık sistemi üzerindeki yükü hafifletmek ve başka hastalıkları olanların da sağlık hizmetine erişimindeki aksaklıkları ortadan kaldırmak.
İkinci sırada sağlık çalışanları ve kamusal hayatın düzgün sürdürülebilmesini sağlamakla görevli olanlar (eğitimciler, itfaiyeciler, polis gibi) geliyor.
İlk parti aşılar bunlar için kullanılacak.
Aşı bildiğiniz gibi – 70 derecede muhafaza edilebiliyor.
Onun için aşı mecburen belirli merkezlerde yapılabilecek. Aşının üretimi başlayana kadar bu merkezlerin hazırlanması amacıyla çalışmalar da başlatılmış.
Bu soruyu sormam çok yersiz ve saçma, biliyorum ama Erdoğan yönetiminin ilk parti aşıyı nasıl kullanacağı ile ilgili bir planı var mı? Bilmiyoruz.
Yok, aslında biliyoruz: Öncelik, bizim memlekette hep olduğu gibi torpili kuvvetli olanlarda olacak.
Geri kalanları Allah korur nasıl olsa! Korumazsa da arkalarından hatim indirir, ruhlarına göndeririz.