04 Mart 2020

Basmasın toprağa temiz değilse ayaklarınız!

Bizimle hiç ilgisi olmayan bir iç savaşa koşturarak atılmamızın gerekçelerini inandırıcı bir şekilde halka açıklayamayınca Arif Nihat Asya’nın şiirinden klişe yarattılar. Yanıtları da aynı şiirin içinde!

Umberto Eco, toprağı bol olsun, edebi klişe kullanımının çok da kültürlü olmayan insanların elinde bir tür "flatus vocis" haline geleceğini yazmıştı.

Arif Nihat Asya’nın bir şiirindeki bir mısranın, Recep Tayyip Erdoğan’ın ateşlediği, Devlet Bahçeli’nin üzerine benzin döktüğü bir politik tartışma haline gelmesi de böyle bir flatus vocis aslında.

Arif Nihat Asya söylediğinde son derece anlamlı ve insanın kalbinde vatanseverlik duyguları uyandıran bir şiir iken, politika pazarına düştüğünde değerini kaybeden sözler dizini!

Bu Latince deyim, hemen fark etmiş olabileceğiniz gibi iki kelimeden oluşuyor.

"Flatus", sindirim sisteminde bazı bakterilerin değişik nedenlerle ölümüyle ortaya çıkan gazın, vücudumuzun dışarıya açılan bölgelerinden, rüzgâr esintisini andıran bir salınımla dışarıya atılması eylemini tanımlıyor.

İkinci kelimenin güzel Türkçemizde "ses" anlamına geldiğini de tahmin etmiş olduğunuzu varsayıyorum.

Ancak sevgili okuyucular, birçok deyimde olduğu gibi bu iki kelime de bir araya gelince kendi bağımsız anlamlarından uzaklaşıp, yeni bir anlam ifade eder hale geliyorlar.

"Nesnel olarak karşılığı olmayan, boş sözler bütünü" ya da "lafügüzaf" anlamında! (Flatus vocis karşılığı Türkçe halk ağzında da var: "Osuruktan tayyare / selam söylen o yâre" tekerlemesi ya da "osur osur, ipe diz" cümlesi buna örnektir. Ama takdir edersiniz ki böyle bir yazıda Türkçe de olsa bunları kullanmam doğru olmazdı).

Dikkatinizi çekmek istediğim konu, şu anda ülkemizi yönetmekte olan kişi ile baş destekçisinin, başımıza gelenleri açıklarken bu tür klişelere başvuruyor olmalarının nedenidir.

Suriye’de, bir iç savaşın göbeğine koşturarak atılmamızın gerekçelerini inandırıcı bir şekilde halka açıklayamadıkları için bu klişeleri kullanıyorlar.

Çünkü bugüne kadar bize şunu söylediler: Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaktan yanadır!

Ama şimdi yapmak istedikleri, bunun için askerlerimizi ölüme yolladıkları iş, Suriye içinde, şeriatçı terörist çetelerin serbestçe barınabilecekleri bir "cep devleti" yaratmak.

Esad güçleri Münbiç’e girerken bu "kendi toprakları, tabii kontrol haklarıdır" olurken, aynı güçlerin İdlib’de kontrolü sağlamasına karşı çıkmayı nasıl açıklayabilirlerdi?

Hava desteğinden yoksun bir askeri harekât sürdürürken 35 gencimizi kaybetmiş olmamızı nasıl yüceltebilirlerdi?

Şubat başından beri 50 gencimizin Suriye’de ölmesini nasıl anlamlandırabilirlerdi?

Daha bir ay önce Rusya dostumuz, ABD düşmanımızdı.

Düşmanı kızdırmak için dostumuzdan 2,5 milyar dolarlık hava savunma sistemi aldık, bunun sonucunda parasını ödediğimiz uçakları teslim alamıyoruz. Ama o gün düşman bellediğimize bugün hava savunma sistemi versin diye yalvarıyoruz.

Bunu nasıl açıklayabilirler ki?

Türkiye’nin, kökleri imparatorlukta olan, Cumhuriyet ile modernleşen dış politikasını, bir paçavraya çevirip çöpe attılar. Şimdi herkesle kavgalılar.

Öyle kavgalar ki bugün kavga ettiğiyle yarın canciğer kuzu sarması olabilecek kadar da ilkesiz!

Bütün bunları örtmek için milletin gözünü bağlayacak klişelere ihtiyaçları var ve bu nedenle olan da Arif Nihat Asya’nın güzelim şiirine oldu!

O zaman ben de yanıtlarını, aynı şiirden vereyim; şiirin Erdoğan ve Bahçeli’nin ezberlerinde kalmayan bölümü burası galiba!

"Bir el ki; ahretten uzanmış,

Edeple gelip birer birer öpsün diye fâniler!

Öpelim temizse dudaklarımız,

Fakat basmasın toprağa temiz değilse ayaklarımız.

Rüzgârını kesmesin gövdeler

Sesinden yüksek çıkmasın nutuklar, kasîdeler."

* * *

Faşizmin ayak sesleri!

İstanbul Valiliği, "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’de yürütmekte olduğu askeri operasyonları eleştirmeye veya bu operasyonların sonlandırılması amacıyla kamuoyu oluşturmaya yönelik toplantı ve gösteri yürüyüşü, basın açıklaması, stant açma, imza toplama, bildiri, broşür dağıtma vb. etkinlikleri 10 Mart 23.59’a kadar yasakladı."

Valiliğin yasakladığını ilan ettiği eylemler, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) tarafından garanti altına alınmış temel insan haklarıdır. Bireysel özgürlüklerimizle ilgilidir.

TC Anayasası’na göre, temel haklar, idari kararlar ile kısıtlanamaz ve her ne kadar kendisini yüce bir organ zannediyor olsa da valilik, adı üzerinde valiliktir, idari bir makamdır.

AİHM ve AYM’nin bu yönde verdiği kararlar, AİHS ve Anayasa’nın bu konudaki açık hükümlerini destekler mahiyettedir.

Vali aklınca kendini uyanık da zannediyor tabii. Açıklamasında şöyle yazmış:

"Suriye'de şehitlerimiz ve gazilerimizin olduğu böylesi hassas bir dönemde, toplumda infial uyandıracak; milli, vicdani ve insani değerlere dokunacak, toplumsal iç barışı tehdit edebilecek şekilde "Savaşa Hayır" vb. konular adı altında; miting, yürüyüş, basın açıklaması, imza kampanyası, stant/ çadır açma, bildiri, afiş dağıtma vb. eylem ve etkinlikleri gerçekleştirecek grup/şahıslar ile vatandaşlarımız arasında sözlü ve fiziksel provokasyon amaçlı olayların olabileceği dikkate alındığında kamu düzeninin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunmasını tehlikeye düşürebileceği değerlendirilmektedir."

Böylece mahkemelik olduğunda bu kararı "kamu güvenliği için aldığını" ileri sürecek.

Vali Bey’e söyleyeyim ki, yemezler bayım!

Kamu güvenliğini sağlamak sizin göreviniz.

Anayasal haklarını kullanmak isteyen insanlara karşı bir saldırı olasılığı varsa onu önlemek, saldırganları yakalayıp, adalete teslim etmek de göreviniz.

Gencecik askerlerimizin, cihatçı teröristleri savunmak için ölüme yollanmalarına karşı çıkmak, benim açımdan "milli, vicdani ve ahlaki bir görev."

Siz istediğiniz kadar tersini iddia edin.

Bir demokraside vatandaşların, yürütmenin bu yönde aldığı kararları eleştirmesi, karşı çıkması, bu karşı çıkışın propagandasını yapması doğaldır, vatandaşların hakkıdır.

Yürütmenin politikalarına karşı çıkmanın yasaklanmasına faşist rejimlerde, diktatörlüklerde rastlanır.

Öyle görünüyor ki savaş tamtamlarını çalmaya başladıklarında, özledikleri rejim için yola çıkmak üzere bir fırsat penceresi de görmüşler.

* * *

Makamı bırak, politikaya gir

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı sıfatını taşıyan bir yüksek devlet memuru var.

Bu makam eskinin Başbakanlık Basın, Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü’nün, başkanlık sistemine geçildikten sonraki karşılığı.

Şu anda bu makamda görev yapmakta olan kişi Prof. Dr. Fahrettin Altun.

Mesleki geçmişine baktığınız zaman bu makamda olmasında bir tuhaflık görünmüyor.

Akademik kariyeri ciddiye almış, belli ki çalışkan bir kişi.

Ancak bir kusuru var ki kendisini politikacı zannediyor, onlarla çene yarıştırmak peşinde.

Geçen gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na, sosyal medya üzerinden verdi veriştirdi.

Kılıçdaroğlu’nun, "bizim iktidarımızda şehitler tepesi boş kalacak" sözlerine sinirlenmiş.

Altun, elbette siyasi fikirlere sahip olabilir ancak kişisel olarak bir politikacıyla ağız dalaşı yapamaz, yapmaması gerekir.

Çünkü kendisi devlet memurudur ve devlet memurlarının politika yapması da yasak.

Tek parti iktidarında yaşıyoruz ama tek parti iktidarında bile bu olmaz. Bunu bir tek parti devleti olarak görmüyorsanız tabii.

Devlet memurlarının politika yapmasına en çok sinirlenenlerin başında biliyorsunuz eskiden Recep Tayyip Erdoğan gelirdi.

Geçmişte iki günde bir "cübbeni çıkar siyasete gir / üniformanı at siyasete gir / istifa et siyasete gir" diyerek, kendisini eleştirme cüretini gösteren devlet memurlarına ayar verirdi. Bunda haklı da olurdu.

Altun Bey kardeşimize önerim budur: Belli ki politikaya çok meraklısınız, istifa edip politikaya giriniz. Seçimlere kadar Pelikan filan idare eder, seçimlerde de belki milletvekili filan da olursunuz.

Ama o zamana kadar haddinizi bilmelisiniz.

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye konusunda kafalar karışık

Siyasi İslamcılar, Esad’ın devrilmesiyle ortaya çıkan durumu “devrim” olarak niteliyorlar. Öte yandan kendilerini “komünist” ya da “sosyalist” diye tanımlayanların da kafaları biraz karışık. İnsan hakları, özel olarak kadınların hakları, işçilerin, çalışanların haklarını bekleyen gelecek ne olacak?

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

"
"