Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, uçağına alıp "gazeteci süsü" de vererek maiyetinde gezdirdiği tiplere Katar'da verdiği demeçten şu bölümü okuyalım:
"Biz Avrupa Birliği'nin Kavala'yla, Demirtaş'la, şununla, bununla ilgili aldığı kararları tanımıyoruz. Olay bu kadar basit. Yok farz ediyoruz. Bizim indimizde bunlar yok hükmündedir. Bunları kaç kez açıkladık. İster anlasınlar ister anlamasınlar. Bizim yargımızın vermiş olduğu kararın üzerinde biz, Avrupa Birliği kararı tanımıyoruz. Ne biliyorlarsa onu yapsınlar."
Erdoğan artık belli ki önünde yazılı bir metin olmadan insicamlı bir konuşma yapamıyor.
Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyi'ni birbirine karıştırıyor ve bu Erdoğan'ın hızla "fabrika ayarlarına" dönmekte olduğunun da bir kanıtı.
Erdoğan için Türkiye'nin, Avrupa Birliği üyeliği "para geliyorsa" önemli, para gelmiyorsa bir anlamı yok.
İnsan hakları, evrensel demokrasi, hukuk gibi kavramlarla başı zaten hoş değildi.
Geçmişte AB heveslisi görünüyor olmasının nedeni, AB üyeliği hedefini yabancı sermaye için bir havuç olarak görmesiydi.
Onun için Avrupa değerlerini temsil eden Konsey ile Birliği karıştırmasında da şaşılacak bir durum yok.
Kendisi Avrupa Konseyi kurulduğunda henüz doğmamıştı. Türkiye'nin Konsey'e kuruluşundan sonra üye olan ilk ülke olduğunu da bilmiyor olması normal. Birçok şeyi bilmiyor zaten.
Ancak 7 Mayıs 2004 tarihli Anayasa değişikliklerinde, Anayasa'nın 90. maddesinin son fıkrasına şu hükmü ekleten de kendisiydi:
"Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır."
Ve şimdi çıkmış, "bizim indimizde yok hükmündedir" diyor.
Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınmasına varacak bir yaptırımla karşılaşma olasılığını önemsemiyor, yukarıda da söylediğim gibi insan hakları, evrensel demokrasinin gerekleri gibi konular canını sıkıyor.
Putin'e mi özensin, Şi Cinping'e mi özensin tam karar verememiş olsa da hayalinde yatan şey, "bu bağlardan" kurtulmuş bir otokrat olarak hüküm sürmek.
Bu inatlaşmasının sonucunda Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması kaçınılmaz olur.
"Bunun ne önemi var ki" diye düşünenlere, 12 Eylül'de bozulan Türkiye – Konsey ilişkilerinin pratik sonucunun Türk vatandaşlarının Avrupa seyahatlerine "vize şartı" gelmesi olduğunu hatırlatayım. O günden beri de düzeltilemeyen ağır bir bedel bu!
Kenan Evren de fikrini sevmediklerine canı istediği gibi eziyet etmek istiyordu, Recep Tayyip Erdoğan da onu istiyor.
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık ki 12 Eylül'e geri dönmüşüz.
* * *
Anayasal düzene karşı suç işlemek
Türk Ceza Kanunu'nun 309. Maddesi, "Anayasa'yı ihlal suçunu" cezalandırmak üzere kanun metnine konmuş.
Anayasa'nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmak, onun yerine başka bir düzen getirmeye kalkışmak ya da mevcut düzenin yürümesini fiilen engellemeye çalışmak bu kanuna göre "ağırlaştırılmış müebbet hapis" cezasını gerektiriyor.
Kanun, bu suçun oluşması için "cebir ve şiddet" kullanılması gerektiğinin altını özellikle çizmiş.
Tanık olduğumuz son darbe girişimine (15 Temmuz ) katılanlar bu maddeden yargılandılar ve mahkûm olanlar da oldu.
Ancak "Anayasa'yı ihlal" etmek için mutlaka tank, top gerekmiyor.
Anayasa'yı ihlal etmenin türlü yolları var ve bunu yaparken silah kullanmıyorsanız, yargılanmanız da gerekmiyor, mahkûm da olmuyorsunuz.
Mesela Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamayan kurumlar ve mahkemeler var.
Anayasa'yı açıp okursanız, bu iki mahkemenin verdiği kararların kesin olduğunu, her makamın uymak zorunda olduğunu görürsünüz. (138. Madde)
Kararlara uymak zorunlu olduğu gibi bu kararlar değiştirilemez, bunların yerine getirilmesini geciktirilemez.
Ama uymuyorlar.
Mesela AYM'nin bu konuda verdiği karara rağmen, OHAL Komisyonu adını taşıyan kurum, "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisine imza atanların "terör örgütü ile irtibatlı" olduğu konusunda ısrarlı.
Oysa AYM, bu konuda bir delil bulunmadığına karar vermişti.
Şimdi OHAL Komisyonu üyeleri Anayasa'yı açıkça ihlal etmiş durumdalar. Peki onlara ne ceza verilecek?
AYM kararlarına uymayan mahkemeler var, bunu da biliyoruz.
O mahkemelerin hakimleri, iktidar tarafından da ödüllendiriliyorlar. Anayasa'yı ihlal eden hakimler cezasız mı kalacak?
TC Anayasa'sına göre (90. Madde) AİHM kararlarına uymak da zorunlu.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, TBMM tarafından usulüne uygun olarak yürürlüğe konulduğu için, bununla çelişen kanunların da üstünde bir gücü var.
Dinleyen var mı?
Yürütme organının başının bir işareti, mahkemelerin AİHM kararlarını yok saymasına, savcıların ve hakimlerin kararın arkasından dolaşan düzenler kurmalarına yetiyor.
Hem yürütme organının başı hem de hakimler ve savcılar Anayasa'yı fütursuzca ihlal ediyorlar.
Üstelik bu organların hepsi kendi meşruiyetlerini o Anayasa'ya borçlular.
O Anayasa yürürlükte olduğu için yürütme ve yargı yetkilerini kullanabiliyorlar.
Anayasa'nın bir bölümünü ihlal etmekte sakınca görmeyenler için ceza ne olacak?
* * *
Mübarek Cuma soruları – 15
Gördüğünüz gibi 15 değil, 150 hafta da geçse, soruları yanıtlamayacaklar.
Çünkü verebilecekleri yanıtları yok.
Ne kadar acı bir şey, devleti yönetme sorumluluğunu taşıyanların bu duruma düşmüş olmaları.
Soruların tümünü hatırlamak için 3 Aralık 2021 tarihli yazıma göz atabilirsiniz.
Ancak geçen gün atanmış bir devlet görevlisi sıfatıyla katıldığı TBMM oturumunda, seçilmiş bir milletvekiline fiili ve sözlü saldırı gerçekleştiren Süleyman Soylu'ya özel bir sorum olacak.
Burada haftalardır soruyorum, "belediyelerdeki yolsuzluklar ile ilgili dosyaları niye saklıyorsunuz" diye.
"Ortak mısınız, üç harflilerden mi korkuyorsunuz" diye.
"Tık" yanıt vermiyor, TBMM'de bir milletvekili konuşmasında "çakallık yapmayın" dedi diye sokak kabadayıları gibi celallenip, milletin meclisinde milletvekili dövmeye kalkıyor.
Merak ettim, hangisi daha ağır?
Belediyeleri soyanlara ortak olmak mı, onları korumak mı yoksa "çakallık" suçlaması mı?