İki başbakan bir odada oturmuş devlet işlerini görüşürlerken odaya neredeyse inme geçirecek bir öfkeyle bağırıp, çağırarak bir adam dalar. Bir yandan ayaklarıyla yeri dövmekte, diğer yandan da masayı yumruklamaktadır.
Ev sahibi başbakan onu uyarır. "Peter" der, "ne olur altıncı kuralı hatırla."
Bunun üzerine Peter aniden sakinleşir, özür diler ve odadan çıkar.
Politikacılar yeniden sohbetlerine dönerler ama 20 dakika sonra çılgınca el kol hareketleri yapan ve saçları havada uçuşan bir kadının içeri girmesiyle konuşmaları tekrar bölünür.
Bu davetsiz misafir de aynı sözlerle karşılanır. "Marie, altıncı kuralı hatırla lütfen."
Kadın sakinleşir, odaya tam bir sükûnet çöker ve kadın özür dileyerek odadan çıkar.
Aynı sahne üçüncü kez tekrarlanınca konuk başbakan meslektaşına şöyle der:
"Aziz dostum, hayatımda bir sürü şey gördüm, ama bunun kadar çarpıcı olanına hiç rastlamadım. Bir sakıncası yoksa şu altıncı kuralın sırrını benimle paylaşır mısın?"
"Çok basit" diye karşılık verir ev sahibi başbakan; "Altıncı kural 'Kendini bu kadar ciddiye alma' demektir."
"Ya" der konuk başbakan, "güzel bir kural bu."
Ardından sorar: "Merak ettim, ilk beş kural nedir?"
Başbakan yanıtlar: "Başka kural yok."
Bu öyküyü Rosamund Stone Zander ve Benjamin Zander'in "Sınırsız Düşünün Hayatınız Değişsin" isimli kitabında okumuştum. (Boyner Yayınları, Çeviren: Nurettin Elhüseyni.)
Yeniden hatırlamamı sağlayan şey dizi film Erşan Kuneri ile ilgili eleştiriler ve o eleştirilere yapımcı ve sanatçıların verdikleri yanıtları izlemek oldu.
Erşan Kuneri, alışık olmadığımız bir dizi film.
Doğal olarak beğeneni de var, beğenmeyeni de. Ben de dizideki bazı filmleri beğendim, bazı filmleri çocukça buldum.
Ama sonuç olarak oturdum, seyrettim. Hoşça vakit geçirdim.
Bir insan bir filmden ne bekler sorusunun yanıtı benim için bu kadar.
Daha fazlasını istiyorsam kitap okurum, yürüyüş yaparım, arkadaşlarımla barda ya da meyhanede sohbet ederim.
Erşan Kuneri'ye "dizi film" demek yerine belki "film dizisi" demek daha doğru, çok alışkın olmadığımız bir format bu.
Her neyse, dikkatinizi çekmek istediğim şey bir tartışma adabı sorunu yaşamakta olduğumuz.
Hiçbir şeyi oturup sakince konuşamıyoruz.
Sivri diller, karşındakine laf sokma çabaları, meselenin özü ile hiç ilgisi olmayan yanıtlar gırla gidiyor.
Benzeri tartışmaları Ekrem İmamoğlu Turizm'in Rize seyahati vesilesiyle de yaşadık.
Bazılarımız otobüs mürettebatını beğenmedi, onlar bu beğenilmemeye yanıt verince, eleştirenler daha da sertleşti.
Ya da "yeni medya düzenine" nasıl uyum sağlanacağı ile ilgili tartışmalar.
Eleştiriye tahammül her düzeyde yerlerde.
Herkesi eleştirme hem de sertçe eleştirme hakkını kendinde görenler, kendilerine yönelik bir eleştiriye tahammül edemiyorlar.
Türk tipi tartışma da bu zeminde gelişiyor.
Mesela birisi "kahverengi ayakkabı giyenler, NATO'nun yayılmacı tavrından niye bu kadar rahatsız oluyorlar" diye soruyor.
Yanıt genellikle şu seviyede: Ben de senin …!
Herkesin egosu patlamak üzere, herkes sanki atomu parçalamış, alkış bekliyor.
Alkışlamak yerine "ama daha önce de parçalanmıştı" derseniz yanıt da hazır: Sen sus moruk!
Her sabah gazetelerdeki, internet sitelerindeki yorumları okurken içimden şöyle demek geliyor: Altıncı kuralı hatırla!
Bir de olmayan bir tartışmayı, varmış gibi yanıtlayanlar var.
Mesela geçen gün Sanayi Bakanı Mustafa Varank, kelimenin tam anlamıyla durduk yerde "Arap yatırımcı neden geliyor demek faşizmdir" dedi.
Ne alaka?
Meğerse Kemal Kılıçdaroğlu, Katarlıların Atatürk Havalimanı arazisine yatırım yapacakları dedikoduları üzerine Arapça bir tweet atmış. "Suç varsa failleri arasında siz de olsanız hesap sorarız" diye bir tweet.
Şimdi burada ana muhalefet liderinin bir dedikoduyu ciddiye almasını eleştirmek mümkün.
Hangi Katarlı geliyor, havalimanında ne iş yapacak bunları somut olarak öğrenmeden, tweete sarılmak, ana muhalefet liderinin ciddiyetiyle bağdaşıyor mu?
Ama bundan "Hollanda'ya Almanya'ya bir şey demezken, Hollandaca, Almanca tweet atmazken, söz konusu Orta Doğu'dan, Arap ülkelerinden bir yatırımcı olunca 'vay efendim Türkiye'ye neden Arap yatırımcı geliyor diye eleştiri yapıyorlar" sonucunu çıkarmak mümkün mü?
Adam diyor Çanakkale Boğazı sen diyorsun yandı İstanbul Boğazı! (Değerli okuyucular, bunun için bana e – posta yazmanıza gerek yok, bu sözün doğrusunun ne olduğunu biliyorum.)
Biraz sakinleşmekte artık yarar yok mu?
Yorulmadınız mı? Hepimiz bundan yorulmadık mı?
* * *
Mübarek Cuma Soruları – 33
Gördüğünüz gibi 33. Zafer Haftası'nı kutluyoruz ama aslına bakarsanız soruları ilk sormamın üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti.
Mesela bu ayın ilk iki cumasında değişik nedenlerle yazı yazamadım, onun için iki hafta atlamış olduk.
Lafı fazla uzatmadan, Süleyman Soylu ile başlayalım.
Süleyman Soylu'nun yanıtlaması gereken çok soru var ve saklanıyor, yanıt vermiyor.
Şunu da belirteyim, TC tarihinde bir İçişleri Bakanı'nın bu kadar karışık işlerin içinde yer alabiliyor olmasına dini bütün AKP iktidarında tanık olduk.
Birinin oğlunun evinden boyum kadar dört kasa ve para sayma makineleri çıktı, hatırlarsınız.
Soylu ise onu da aşmış görünüyor.
1 – Kendisine gazeteci süsü veren birisi, iş adamı Sezgin Baran Korkmaz'dan, İçişleri Bakanı Soylu'ya verilmek üzere 10 milyon Euro istedi.
Korkmaz bu amaçla "kendisine operasyon çekilirken bazı adamlarının içeride rehin tutulduğunu" da söylüyor.
Bu iddiaya göre Soylu, bir iş adamından avanta 10 milyon Euro istemekle kalmamış, bir de devletin polisini mafya tetikçisi olarak kullanmış!
2 – Ankara ve İstanbul belediyelerinin elinden aldığı yolsuzluk dosyalarını saklayıp, savcılıklara göndermeyen İçişleri Bakanı, "mafyadan para alan AKP'li politikacıyı" da biliyor ama açıklamıyor.
Benim rahatsız olduğum bu durum, AKP yöneticilerini ve milletvekillerini filan hiç rahatsız etmiyor.
"Muhafazakâr hassasiyetleri" ayağa kalkmıyor.
Oysa birisi beğenmedikleri bir resim çizse hep birlikte ayağa fırlayıveriyorlar.
Aralarında "bu iş bize bulaşmasın, kimse bu adamı açıklayın kardeşim" diyecek bir babayiğit çıkmıyor.
Üstelik mafya tarafından maaşa bağlanmış AKP'li politikacının adı derdest bir soruşturma dosyasında duruyor.
Mafyanın maaşa bağladığı politikacıyı savcı neden koruyor? O da mafya politikacısının ortağı mı?
3 – Adalet Bakanı Yardımcısı yapılan bir savcı ile bir hâkim, olmayan bir MASAK raporunu gerekçe göstererek, Sezgin Baran Korkmaz'ın mal varlığı üzerindeki tedbiri kaldırdılar.
Böylece 150 milyon dolarlık malın kaçırılması mümkün oldu.
Adalet Bakanı, yardımcısına bunu nasıl yapabildiğini hiç sormuyor mu?
Savcı ve hâkim bu işi nasıl oldu da yapabildi?
Emir mi aldılar, para mı aldılar?
Kestane kebap, acele cevap!