12 Mart 2020

3 milyar Euro’yu niye doğrudan vermiyorlar?

Erdoğan, AB’nin sığınmacılar için yapacağı yardımın doğrudan kamu kurumlarına verilmesini istiyor ama onlar sivil toplum kuruluşlarına vermekten yana. AB, hükümete neden güvenemiyor dersiniz?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Brüksel’den dönerken uçaktaki maiyet gazetecilerine şunu söylemiş:

"AB başkanları, 18 Mart mutabakatı çerçevesinde Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirdiğini ve AB’nin yavaş hareket ettiğini kabul ettiler. Bu süreci hızlandırmak için ortak bir çalışma yapılacak, teknik ve siyasi ekipler bir yol haritası çıkaracak."

Hürriyet, bu sözleri "Kabul ettiler" ara başlığıyla yayımladı.

Belli ki aslında "eli boş" dönülen Brüksel gezisinde sanki bir başarı elde edilmiş gibi bir kanaat oluşturmak istiyorlar.

Bu mutabakatı hatırlamıyor olsaydık belki yutturabilirlerdi de.

Ama ortada böyle bir başarı da yok, AB yetkililerinin "yavaş hareket ettiklerini" kabul ettiklerini gösteren bir işaret de yok!

18 Mart 2016 mutabakatı, Avrupa’ya düzensiz göçün önlenmesini hedefliyordu.

Buna göre 20 Mart 2016 tarihi itibarıyla Türkiye’den Yunan adalarına geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye'ye iade edilecekti.

Türkiye’ye iade edilen her bir Suriyeli düzensiz göçmene karşılık, Türkiye’den bir Suriyeli (önceliği kadınlar, çocuklar ve bakıma muhtaçlarda olmak üzere) AB üyesi ülkeler tarafından kabul edilecekti. AB üyeleri bu amaçla 72 bin kişilik bir kontenjan belirlemişti.

3,5 milyon Suriyeli göçmen için 72 bin kontenjan!

Ve bu anlaşmanın uygulanması için Türkiye ile Yunanistan arasında, çalışma yöntemiyle ilgili ikili bir protokol yapılacaktı.

Mutabakatın uygulanması da Türkiye’ye vize serbestliğinin sağlanmasıyla birlikte başlayacaktı.

Bu arada AB, göçmenler için kullanılmak üzere 3 + 3 milyar Euro’luk bir yardım paketini devreye sokacaktı.

Dün de yazdım. Vize muafiyeti uygulanamadı, çünkü Türkiye, tamamlaması gereken kriterlerden 6’sını yerine getirmedi.

Maiyet yazarının Hürriyet’te bildirdiğine göre Erdoğan, Brüksel’deki yetkililere bu eksik 6 kriteri şart koşmamalarını öğütlemiş. AB başkanları ise "Türkiye’nin bu konuda daha çok çaba göstermesini" söyleyip, Erdoğan’ın isteğini duymazdan gelmiş.

Dün de yazdım, bu iş Erdoğan açısından da AB açısından da yapılabilir bir iş değil.

AB, terörle mücadele mevzuatında değişiklik istiyor. Erdoğan, istediği herkesi hapse tıkma olanağı veren bu mevzuattan vazgeçemiyor.

Kıbrıs Rum yönetimini resmen tanımadığımız için AB ile adli işbirliği gerçekleşemiyor.

Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nu AB standartlarına uyduramıyoruz çünkü iktidarın işine gelmiyor.

Yolsuzluklarla mücadele ve etik kurallar için bağımsız kurulların oluşturulması Erdoğan rejiminin işine gelmiyor.

AB de zaten vermek istemediği vize muafiyetini bu gerekçelerle vermiyor.

Mesele bundan ibaret ve Hürriyet’in iddia ettiği gibi kimse bir şeyi kabul etmiş filan da değil.

Ama Türkiye açısından en utanılacak durum da sanırım 3 + 3 milyar Euroluk yardım konusu.

Erdoğan, bu paranın İller Bankası, AFAD ve Sahil Güvenlik Komutanlığı gibi kurumların hesabına doğrudan aktarılmasını istiyor.

AB ise bu yardımı doğrudan hükümete vermek istemiyor.

Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla vermek ve harcandığı yerleri denetlemek istiyor.

Daha açık bir Türkçeyle söyleyecek olursak, AB paranın doğru yere harcanacağı konusunda hükümete güvenmiyor!

Niye güvenmiyor dersiniz?

* * *

Sosyal medya temyiz makamı mı?

İstanbul’da, otizmli bir çocuğu döven maganda, ifadesinin alınmasından sonra savcılıktan serbest bırakıldı.

Dayak yiyen çocuğun ailesi olayı sosyal medyadan duyurunca, magandanın serbest bırakılmasına tepki çığ gibi büyüdü.

Bunun üzerine savcılık yeniden gözaltı kararı çıkardı.

Gözaltı gerekçesi, dayak yiyen çocuğun otizmli olması ve sanığın, güncel adresinde oturmadığının tespit edilmesiymiş!

Bu ilk kez olmuyor.

Bir suç işleniyor. Sanık yakalanıyor. Savcılık ya da mahkeme, ifadesini aldıktan sonra sanığı serbest bırakıyor. Bunun üzerine sosyal medyada kıyamet kopuyor. Savcı sanığı tekrar gözaltına aldırıyor, mahkeme de tutukluyor.

Çok sayıda örnek verebilirim:

Kızına işkence eden baba, önce savcılıktan bırakıldı, sosyal medya tepkisi üzerine tutuklandı.

Mersin’de 5 yaşındaki çocuğu döven maganda, önce serbest kaldı, sosyal medyada tepki büyüyünce tutuklandı.

Rize’de yolda yürüyen kadını tekmeyle döven maganda mahkemece serbest bırakılmıştı, sosyal medya tepkisi üzerine tutuklandı.

Önce serbest bırakılıp sosyal medya tepkisi üzerine tutuklananlar arasında çocuk tacizcilerinden tutun da giyim – kuşamı nedeniyle kadınlara tacizde bulunanlara, hayvanlara eziyet edenlere  kadar onlarca kişi var.

Sosyal medya, adeta bir temyiz makamı durumunda, mağdurların haklarını savunuyor gibi görünüyor.

Aslına bakarsanız bu tür konularda savcılıkların ve mahkemelerin verdikleri ilk kararları kanunlarımıza göre doğru.

Çünkü tutuklama bir cezalandırma aracı olarak kullanılamaz ve hangi suçlarda tutuklama kararı verilebileceği de sarih biçimde kanunlarda yer alıyor.

Ama popülizm, o hale gelmiş durumda ki kanunları bilmek ve uygulamak durumunda olan merciler bile kendilerini bu popülizmden kurtaramıyorlar.

Bir yanda iktidarın emir eri konumunda savcılar ve yargıçlar var. Diğer yanda da sosyal medyadaki nabza göre şerbet veren savcılar ve yargıçlar. Arada da hukukun bayrağını dik tutmaya çalışan ve başlarına her an HSK taşı düşebilecek olan savcı ve yargıçlar.

Adalet düzenimiz, tarihinin hiç bir döneminde böyle madara edilmemişti.

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye konusunda kafalar karışık

Siyasi İslamcılar, Esad’ın devrilmesiyle ortaya çıkan durumu “devrim” olarak niteliyorlar. Öte yandan kendilerini “komünist” ya da “sosyalist” diye tanımlayanların da kafaları biraz karışık. İnsan hakları, özel olarak kadınların hakları, işçilerin, çalışanların haklarını bekleyen gelecek ne olacak?

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

"
"