01 Ağustos 2019

“1071 imza” neyi sembolize ediyor?

Hepimizin ortak değeri, ötekileştirmenin adı haline dönüştürülüyor

 

 

Barış Bildirisi adı verilen bildiriye imza attıkları için işlerinden kovulup, bir de üzerine cezaevine atılmak istenen akademisyenler ile ilgili olarak “hak ihlali” kararı veren Anayasa Mahkemesi, 1071 imzalı bir bildiri ile protesto edilmişti.

Gerçi bildiriyi imzalamadığını açıklayanlar nedeniyle imzacı sayısı 1071’in altına düştü ama bu bildiri hafızalarımızda “1071” rakamı ile kalacak.

1071’in anlamı açık.

Malazgirt’te sadece bir savaş kazanılmadı. Anadolu’nun Türkler tarafından fethi de başladı.

Ve o başlangıç, tarih içinde bu toprakların “Türkiye” olarak tanımlanmasına kadar da ulaştı.

Yani bu aslında hepimiz için anlamlı ve özel bir şeye karşılık geliyor. İster solcu, ister sağcı, ister muhafazakar, ister devrimci olalım, bu değişmez bir tarihi gerçek.

Gerçi 1071 yılında bu toprakları fethe başlayanlar kendilerini bugün bildiğimiz anlamda bir “millet” olarak da tanımlamıyor olmalılar.

“Millet” kavramının toplumsal bilinçte bugünkü anlamına evrilmesi, bu tarihten çok ama çok sonrasına denk geliyor.

Ancak bu ülkede tamamen tükenmiş bir imparatorluğun ardından bir ulus devlet kurmaya yönelince bir “Türklük bilinci, Türk vatanı bilinci” yaratmak için kullanmaya çok elverişli bir tarihi olay oldu.

Ve bu tarihi, fikir ayrılıklarımızda bulunduğumuz noktayı tarif etmek için kullanmaya kalkışmak, kusura bakmasınlar ama o bilincin de köküne dinamit koyuyor.

Hepimizin ortak değeri, ötekileştirmenin adı haline dönüştürülüyor.

Barış Akademisyenleri bildirisi, 1071’cilere göre PKK’nın isteği üzerine yayınlanmış, “terörle mücadelede büyük kazanımlar elde eden Türk devletini karalayan” bir bildiri.

Demek istiyorlar ki “1071’den beri burası Türklerin yurdu, susup oturun, Türk devleti ne isterse onu yapar!”

Evet ama galiba aynı şekilde hatta belki ondan daha da eski bir tarihe dayanacak şekilde Kürtlerin de yurdu.

PKK’yı ayrılıkçı hedefleri için teröre başvurmak ile eleştirirken, tersine bir ayrılıkçılığın tohumları atılıyor.

Bu bildiriyi özel olarak 1071 imza ile yayınlama fikri kimden çıktıysa, onun ne yapmakta olduğunu bir kez daha düşünmesinde yarar var.

*

Öte yandan dün aldığım bir eleştiri var.

Dünkü yazımda meslektaşlarının işten atılmasıyla yetinmeyip, bir de üzerine hapse atılmasını savunanların “ne tip bir yaratık” olduğunu sormuştum.

1071 bildirisinin imzacılarından biri (iznini almadığım için adını vermiyorum) bu ifadenin ağırlığına dikkatimi çeken bir mektup yolladı.

Bu uyarı üzerine yazımı tekrar okuyunca kendisine hak verdim.

Birincisi bu tür hakaretamiz kelimeleri yazımda kullanmayı kendime yakıştıramam ve okuyucularımı da bu tür kelimelere maruz bırakmak istemem.

İkincisi, fikir özgürlüğünü savunurken, benden farklı düşünüyorlar diye birilerine hakaret etmemem gerekirdi. Bütün okuyucularımdan özür diliyorum, üzgünüm.

***

Anayasa Mahkemesi’ni ben de eleştiriyorum

Anayasa Mahkemesi’nin 8 – 8 eşitlik ve başkanın oyunun ağırlığıyla verdiği, barış bildirisi imzacılarına yönelik hak ihlali kararı, diğer tüm mahkeme kararları gibi eleştirilebilir.

Anayasa Mahkemeleri, bazı ülkelerde de bizdeki gibi siyasi konjonktürün etkisi altında kalabiliyor.

Üyelerinin seçiliş biçiminden kaynaklanan bir durum bu.

İleride başka bir siyasi eğilimden bir Cumhurbaşkanı seçilirse, onun atayacağı yargıçların AYM’nin içtihatlarında nasıl bir dönüşüme neden olacağını da göreceğiz.

1071 imzalı bildiriyi, mahkeme kararını eleştirdiği için değil, bütün olarak fikir özgürlüğünün kısıtlanmasını savunduğu için eleştirdim.

Türkiye, AB hukukuna uymayı Anayasal zorunluluk haline getirmiş bir ülke.

AİHS, Anayasamızdan da üstün bir metin. AİHM içtihatları da herkesin uyması gereken en üst yargı kararı.

Böyle bir ülkede, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını ben de eleştiriyorum: Karar 8 – 8 eşitlikle alınmamalıydı!

Normal olanı büyük çoğunlukla böyle bir kararın verilmesiydi.

Ama dedim ya siyasi konjonktür böyle, Cumhurbaşkanı’nın atadığı üyeler, hukukçu gibi değil siyasetçi gibi davranabiliyorlar.

1071 imzalı bildirinin sorunu “8 hayır oyu” ile aynı.

Avrupa’da bir bildiriye imza attı diye akademisyenler üniversiteden atılmazlar, hapse konulmazlar.

Akademide ders vermeye devam ederken kendi devletini en ağır şekilde eleştirenlerin sayısız örneği var.

Bu demek değil ki o bildiri eleştirilmez. 1071 imzalı bildiri de bunu yapmalıydı.

Karşı oldukları bildiride belirtilen düşünceleri eleştirebilirler, toplumu kendi doğruları için ikna etmeye çalışabilirlerdi.

Ama her halde, insanların hapse atılmasını, üniversiteden kovulmasını talep eden bir bildiri, fikir özgürlüğünün düşmanıdır.

Bir üniversite hocası için böyle bir bildiride imzasının olması kusura bakmayın ama çok iftihar edilecek bir şey değil.

Üniversiteyi, yüksek liseden ayıran şey en başta serbest düşünce ortamıdır. Akademiden bunu talep etmemiz gerekir.

***

Binali Bey, sıhhat ve afiyette misiniz?

Binali Yıldırım’ın yanıtlaması için bazı sorular sormuştum.

Bir memur ailesinin çocuklarının, ülkenin önde gelen armatörleri arasına girebilmesindeki “iş idaresi maharetini” özellikle de hayata atılma çağındaki gençlerin öğrenmeleri için sormuştum bu soruları.

Bu tür başarı öyküleri, Harvard’da filan ders diye okutuluyor. Bizim Türkiye’nin çocukları neden bundan mahrum kalsınlar?

Tabii bu bilgiden ben de yararlanacak ve kendime bir “bonzai mega yat” almak için kullanacaktım.

Fakat bir aydır soruyorum, Binali Bey’den gelen tek yanıt, avukatlarının savcılığa yaptığı suç duyurusu oldu.

Bugün savcı beylere gideceğim, ifade vermek için.

Onları boş yere meşgul ettiğimiz için de üzülüyorum, çünkü AİHM ve AYM kararları, benim bir gazeteci olarak, seçilmiş bir kamu görevlisine bu tür soruları sormamı normal buluyor.

Hatta “hakaret bile edebilirsin” de diyorlar ama dedim ya kendime yakıştıramam, okuyucularımı böyle bir şeye muhatap edemem.

Her neyse, yanıt gelmeyince biraz endişelenmedim de değil.

Binali Bey, Allah’tan sıhhat ve afiyette olmanızı niyaz ederim. Şu yanıtı gönderiverin lütfen.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye konusunda kafalar karışık

Siyasi İslamcılar, Esad’ın devrilmesiyle ortaya çıkan durumu “devrim” olarak niteliyorlar. Öte yandan kendilerini “komünist” ya da “sosyalist” diye tanımlayanların da kafaları biraz karışık. İnsan hakları, özel olarak kadınların hakları, işçilerin, çalışanların haklarını bekleyen gelecek ne olacak?

Kralın bütçesi keyfine göre

Türkiye bir demokrasi değil de bir Orta Çağ krallığı olsaydı, kral ya da padişah parayı keyfine göre toplar ve harcardı, kimse de bunun hesabını soramazdı. Yoksa Türkiye bir Orta Çağ krallığı mıdır?

Aslında Erdoğan “Esed’den hâlâ umutluydu!”

Suriye konusunda ikinci kez bir istihbarat fiyaskosu yaşadık. En önemli güvenlik tehdidinin Suriye’den geleceğini düşünen bir yönetim, rejimin ve muhaliflerin güç dengesini ve planlarını uygulama kabiliyetlerini öngörebilmeliydi. Gördük ki Türkiye’yi yönetenler de haberleri televizyondan izliyor!

"
"