Benim için baharın başlangıcı Bebek’teki dev manolya ağacının açmasıdır. İnşirah Yokuşu’nun hemen başında, ilkokulun yanındaki beyaz köşkün bahçesindeki manolya ağacı, benim görebildiğim kadarıyla kendi türünün dünyadaki en güzel örneklerinden biridir. Evet, bu ağaçla bir gönül ilişkim var ama bu, yargılarımı etkilemiyor. Gittiğim yerlerde açmış bir manolya görürsem zihnimde onunla kıyaslarım. İstanbul’da yaşayanlar gidip görebilirler, gidemeyenler için de bir fotoğrafını yayınlıyorum.
Kışın yaprakları dökülen bir cins bu.
Bilimsel adı ‘Magnolia liliflora’. ‘Mulan manolyası’ da deniliyor. Bitki ansiklopedilerinde bu kadar büyüyebilecekleri belirtilmemiş ama o büyümüş. Tabii uzak akrabası ‘Magnolia grandiflora’ kadar büyümesine olanak yok.
Hele de İstanbul’da onlarla boy yarışına girişemez. Ama çiçek açmış haliyle ‘benim’ diyen ‘grandiflora’yı susuz gönderir, iddialıyım.
Bu söyleyeceğimin hiçbir bilimsel temeli olmadığını biliyorum elbette ama bu iki türün gelişmesi, güzelliklerini insanlara sergilemelerindeki cömertlikle ters orantılı. Büyük yeşil yapraklı olanlar nazlı nazlı çiçek açar, insanlara güzelliklerini gıdım gıdım verirler.
Magnolia grandiflora
‘Liliflora’lar öyle değildir, her şeylerini bir an önce ortaya sererler, gönlü geniş ağaçlardır.
Bu yüzden de çabuk yorulurlar, büyümeye üşenirler.
Baharın geldiğini her şeyden önce o pembe-beyaz çiçeklerin Bebek’teki ağacın her yanını basmasıyla anlarım.
Çiçekler, yerini taze yeşil yapraklara bırakana kadar da sık sık oradan geçmeye çalışırım. Rüzgâr zaman zaman çiçekleri yola döker, basmaya kıyamazsınız.
Her bahar başlangıcında Bebek’teki bu anıtsal ağaç çiçeklendiğinde bunu yazarım.
Bu yazı size yabancı gelmiyorsa nedeni budur.
İsterim ki daha önce duymayanlar da gidip görsünler. Ben de tekrar tekrar görmeye doyamam. Bahçedeki köşkün eski ve yeni sahipleri nezaket gösterip beni davet de ettiler, o güzelliği bahçenin içinden de görme olanağım oldu. Radikal’de yazmıştım, bir keresinde o ağacın altından geçerken arabanın radyosunda İspanyolca bir şarkı çalıyordu: ‘Yo Soy La Tierra De Tus Raices (Köklerinin toprağıyım)! Fıkır fıkır bir Latin şarkısı. Rosana söylüyor, adı ‘El Talisman’.
İçinde kök barındırmayan bir toprak, toprak sayılır mı?
Tersinden de sorabiliriz. Köklerini bir toprağın içine salmadan, onunla bütünleşmeden hangi ağaç büyüyebilir ki? Bizlerin de ihtiyaç duyduğumuz toprak aşktır arkadaşlar! Başlangıçta bizi sadece heyecanlandıran kişiyi içine alarak, büyütüp besleyebilecek bir toprak! Kökle toprak birleştikçe, birbirinden ayrılmaları imkânsız hale geldikçe yaşamın derin anlamına da ulaşabiliyoruz. Kök ve toprak olabilmeyi başardığımızda da güzel çiçekler açabiliyor dünyamızda. O ağacın bu kadar özel olmasının bir nedeni de bir ilkokulun bahçesine doğru dallarını uzatmış olmasıdır belki de diye düşünürüm. İlk kez âşık olduğumda ilkokul 1. sınıftaydım. Ankara Maltepe Deneme İlkokulu! Görünce kalbimi yerinden fırlatan İncigül tabii ki sınıfın en tembel öğrencisi olan bana bakmıyordu.
Okumayı birinci sınıfta, okullar tatile girmeden sadece iki hafta önce sökebildim.
Tembel değil, hayalci bir çocuktum.
Dikkatimi derslere vermeyi öğrenebilmem için ilkokul dörde kadar beklemem gerekti.
Hepimiz ilk aşklarımızı ilkokulda yaşarız.
O ilk aşklar hiçbir zaman ifade edilemiyor belki ama benim manolyam, dallarının altında hangi sessiz aşkların yaşandığını gayet iyi biliyor olmalı. Belki de üzerindeki her çiçek, anlatılamamış, sessizliğe mahkûm edilmiş o masum aşklardan alıyor güzelliğini. Belki de yola döküverdiği her taç yaprağı, ilan edilmemiş bir aşk için akıttığı gözyaşlarıdır. Vakit geçmeden sevgilinizle el ele tutuşun, o ağacı izlemeye gidin. Toprağı, ağacı, köklerini hissedin, sevgilinize sarılın, bir bahar daha göreceğiz diye şükredin.