Tarihte İsveçli Kristina olarak bilinen bir kraliçenin varlığından haberdar olmamın nedeni "para" idi.
Bir kitapta okumuştum, Kraliçe Kristina tahttan feragat edip "sonradan olma bir Katolik" olarak Roma'ya yerleşmeden hemen önce bir madeni para bastırmıştı.
Hükümdarlığı süresince "para" ile arası zaten hiç iyi olmamış, zamanın İsveç hazinesini iflas noktasına da getirmişti ama bu onun tarihe altın harflerle yazılacak bir kraliçe olmasına engel olamadı.
Kristina'nın kamu finansmanı bilgisini şimdi bu güzel hafta sonunda tartışacak değilim.
6 yaşındayken babası Kral Gustav savaşta ölmüş, 18 yaşına bastığında tahta geçmiş, 28 yaşına geldiğinde de yani 1654 yılında tahttan feragat etmişti.
Zamanının simyacılarını, sanatçılarını, mimarlarını Stockholm'de sarayına toplamaya gayret etmiş, kenti "Kuzey'in Atina'sı" yapma hayalleri kurmuştu.
Tahttan feragat etmeden hemen önce bastırdığı paranın üzerine şunu yazdırmıştı:
"Ne gerekli bana, ne de yeterli!"
Ona hayran olmam için sadece bu bile yeterliydi.
Bir de bunun üzerine Papa VII. Alexander'ın onun hakkında söylediği şu sözleri okuyunca "tamam" dedim, "işte şahane bir karakter!"
Papa onu şöyle tanımlamıştı: "Ülkesiz bir kraliçe, inançsız bir Hristiyan ve utanmaz bir kadın!"
Kristina eşcinseldi ve takdir edersiniz ki o yıllarda bunu açıkça yaşamak kolay değildi.
Neyse ben tarihçi değilim, konumuz "para".
Bizim her konuda bir söz uydurmuş atalarımıza bakılırsa "parayla saadet olmaz"!
"Para dediğin elinin kiri" diyenler ile "para isteme benden, buz gibi soğurum senden" diyenlerin de aynı milletin ataları olması da nasıl bir "pragmatizme" karşılık geliyor, düşünmekte yarar var.
Norveç'teki Agder Üniversitesi, 67 ülkede, 46 bin kişilik bir denek topluluğu ile "para" konulu bir araştırma yaptı.
Araştırmaya göre insanlar, zenginlerin kötü insanlar olma olasılığının daha yüksek olduğuna inanıyorlar.
Fakirlerin ise daha yüksek ahlaki standartları olduğuna yönelik yaygın bir inanç tespit edilmiş.
Ve insanların zengin fakir ayrımı yapmadan büyük çoğunluğu paranın mutluluk getirse bile bunun geçici olduğuna inanıyor.
Fakirliğin tesellisi
İsveç Kraliçesi Kristina'yı hatırlamama ve rahmetle anmama neden olan da işte bu araştırma.
Araştırma raporunun tümünü görmedim, size aktardığım bu bilgi İsmet Berkan'ın Bülten'inde okuduğum kadarıyla.
Ve bu kadarıyla söylemeliyim ki fakirliği, fakirler nezdinde meşru ve yüksek ahlaki standart haline getirmeyi amaçlıyor olma ihtimalini gözden uzakta tutmamakta da yarar var.
Fakirliğe bir teselli bulma ve fakirlere "halinize şükredin, iyi ki zengin olmadınız, bakın onların hepsinin ahlaki sorunları var" deme arayışı değilse de bu sonucu yaratıyor diye düşündüm.
Bizim toplumumuzda da karşılığı var ve bizler "çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz" düsturuna inanırız.
Oysa ikisinin birden olabilmesi mümkündür.
Çok söz söylemek için yalana başvurmak nasıl gerekmiyorsa, çok para kazanmak için de hırsızlık yapmak gerekmez.
Marxist Değer Teorisi'ni burada tartışmaya katmıyoruz çünkü emeğin yarattığı artı değerin sermayenin hesabına yazılması ahlaki değil, sistemsel nedenlerle gerçekleşir.
"İşçiler kazandıklarını harcarlar, kapitalistler harcadıklarını kazanırlar" da karşı cenahtan bir aforizma!
Bizim toplumumuz para konusunda çok katı kurallarla çizilmiş ahlaki standartlara sahip değil.
Pragmatik insanlarız.
Yararı parayla ölçen, bireysel çıkarları her şeyin üstünde gören bir pragmatizm.
Türk - İslam sentezinin doğal sonucudur desem, bana kızacak çok insan çıkar ama tartışabilirim.
Pragmatizm akımının önde gelen düşünürlerinden John Dewey "bilmek" eyleminin büyük ölçüde "yolunu bilmek" olduğunu ileri sürmüştü.
Hedefe ulaşabilmek için en kısa yolu bilmek!
"Yolunu bulmak"
Çağdaş Türk pragmatizminin bunu "yolunu bulmak" olarak değiştirdiğini hiç utanmadan, çekinmeden söyleyebiliriz.
İşte "çağdaş Türk pragmatizmi" dediğim şey bu:
Ucunda para varsa, o paranın ne yolla geldiği, bunun ahlaki olup olmadığı, toplumsal bir sorumluluk yükleyip yüklemediği gibi konular önemini yitiriyor.
"Yolunu bulmak" bir yaşam felsefesi haline dönüşüyor.
Kansere yol açtığını bile bile, üç kuruşluk ortak giderleri azaltmak için apartmanın tepesine GSM vericisi kurdurmak mesela böyle bir zihniyetin sonucu.
Deprem bölgesinde yaşadığımızı bildiğimiz halde binalara kat çıkmak, kolon kesip dükkana yer açmak da böyle.
Gideceği yere iki dakika erken varabilmek için otoyoldaki arıza şeridini kullanmak, hastaneye yetişmeye çalışan ambulansın peşine takılmak için kenara çekmiş araçların arasından fırlamak, bir depoyu bir defalığına ucuza doldurmak için ana caddedeki bir şeridi tamamen bloke etmek... Daha hangi birini sayayım.
Merak etmeyin, asıl konumuza geliyoruz artık.
Ben de gayet iyi biliyorum ki editörümün bu sayfada yazı yazmama izin vermesinin nedeni bu yüksek fikirlerimi serdedebilmem için fırsat yaratmak değil.
"Para", kuşkusuz ki kadın - erkek ilişkilerinde de (eşcinsel ilişkilerde de elbette) önemli bir yere sahip ve orada da Türk pragmatizmi "iki çıplak bir hamama yakışır" şeklinde ortaya çıkıyor.
Bunu belirttikten sonra Uludağ Üniversitesi'nden Prof. Dr. Erkan Işığıçok'un eski bir araştırmasından söz edeyim. (Dr. Işığıçok bu araştırmayı yayınladığında henüz doçent idi.)
Dr. Işığıçok'un araştırması, Milli Piyango'ya ilişkin görüş ve beklentileri ortaya çıkarmaya çalışıyor. "Hayatta en çok hangi olayın gerçekleşmesini istersiniz?" sorusuna verilen yanıtlar şöyle:
Yüzde 29, "etkisi uzun yıllar sürecek kalıcı aşkı veya mutlu bir evliliği" tercih ediyor. Yüzde 24.4'ü Milli Piyango'nun büyük yılbaşı ikramiyesini kazanmayı istiyor. Sadece yüzde 1.7'si ise "mutlu olmasa bile trilyonluk servete sahip birisiyle evlenmek" istiyor. Araştırmaya katılan kadınlar daha çok "etkisi uzun yıllar sürecek kalıcı bir aşk" isterlerken, erkekler aşk yerine büyük ikramiyeyi kazanmayı tercih ediyorlar.
Eski Türkiye'nin "masumiyet müzesinde" kalmış sonuçlar bunlar.
Günümüzde erkekler ile kadınların "aşk mı, para mı" ikilemi içinde farklı yönlerde eğilim göstermelerinin mümkün olamayacağını düşünüyorum.
Neye dayanarak bunu söylüyorsun diye sormayın, tek dayanağım hislerim çünkü.
Bununla ilgili bir araştırma filan yok ama magazin sayfalarına, gazetelerin üçüncü sayfalarına ve Müge Anlı ve taklitlerinin programlarına bakmak yeterlidir gibi geliyor bana.
Yaşam kavgası, erkek ya da kadın hepimizi kendimize yabancılaştırıyor.
Bu araştırmada da gerçekten dürüstçe ne istediğini söyleyenler aslına bakarsanız en küçük grup gibi görünüyor.
Sünger Bob'u izlemediyseniz de adını duymuş olmalısınız.
Yaratıcısı öldüğü için artık yenileri yapılamıyor maalesef.
Sünger Bob Kare Pantolon'da üç değişik "kadın karakter" var.
Biri Bob'un sürücü kursundaki öğretmeni Bayan Paf, güzel genç bir balık.
Diğeri genç bir balina olan Pearl ki bu kızcağız aynı zamanda Bob'un da patronu olan Bay Yengeç'in kızı.
Bildiğiniz "zengin kızı" yani.
Bay Yengeç işlerini bir ara kızına bırakmıştı ama kız her şeyi "yeniden yapılanma - gençleşme" derken mahvetti.
Söz meclisten dışarı tabii, bunu nasıl işledikleri hakkında toplumca fikirlerimiz olan bazı aile şirketlerine laf çakmak için yazmıyorum, konu bizi buraya getirdi.
Bilmiyorum Pearl size de birilerini çağrıştırdı mı?
Kızı işleri batırınca, Bay Yengeç işleri yeniden ele aldı da fakir düşmekten kurtuldular.
Üçüncüsü ise Bob ile tamamen ayrı dünyaların kadını olan sincap Sandy.
Ayrı dünyaların canlıları ama çok da iyi dost olabilmişler.
Zenginler böyle
Çizgi dizinin bölümlerinden birinde Bay Yengeç, bir gün Bayan Paf ile karşılaştı.
Bay Yengeç deyip geçmeyin, zengin, görmüş geçirmiş, yılların çapkını.
Ama yılların deneyimi, Bay Yengeç'in kalbini Bayan Paf'a kaptırmasına engel olamadı.
Bay Yengeç bu çekici dişi balığın gözünü boyamak ve kalbini çalmak için bütün servetini feda etmeye hazırdı ve etti de.
Mantığı zaman zaman "abartıyorsun, bu kadarı fazla" dese de kendisini tutamadı.
Oysa harcayacağı her bir dolar, ömründen de bir senenin gitmesine neden oluyordu.
Gerçek hayatta da bazı zenginler böyledir, tanımış olabilirsiniz.
Harcadıkları her bir lira ile canlarından can kopar sanki.
Bayan Paf önceleri bu zengin flörtüne kapılmıştı ama sonra kendi ayakları üzerinde durabilen ve iş güç sahibi bir kadın olarak kendisini toparlamayı bildi.
Aldığı bütün hediyeleri Bay Yengeç'e iade etti.
Bu sayede Bay Yengeç'in hayatı kurtuldu, üstüne servetini de geri kazanmış oldu.
Tabii Bayan Paf'ın bir Instagram hesabı yoktu, "veni, vidi, vici" dövmesi yaptırıp fotoğrafını da story'ye koyamadı.
Ama buradan şuna geliyoruz ki para - pul, bir kadını / erkeği elde tutmak için her zaman yeterli olamıyor.
Parayla bir kadının (ya da bir erkeğin) gözünü boyamak mümkündür ama bunun yarattığı körlük geçicidir, sonunda insanın gözü açılır, hayatta paradan başka şeyler olduğunu da fark eder.
Bu son cümleyi yazdım ama inanın yazarken bile kafamdan "acaba" sorusu geçmiyor değildi.
Oscar Wilde'ı hatırladım, bu sorunun yanıtını düşünürken.
"İnsanlar her şeyin fiyatını bilirler ama hiçbir şeyin değerini bilmezler" demiş.
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.