Bu hayatta en çok duyduğun söz nedir diye soracak olursanız ki sormasanız da yazıya böyle başladığım için artık yazmak zorundayım, şudur:
"Şimdi sırası mı?"
Aslına bakarsanız çok çıkıntı bir tip de değilim, en azından ben kendimi öyle görmüyorum diyelim.
Tabii Kazancakis’in Aleksi Zorba’ya söylettiği şu sözü de unutmuş değilim:
"Her insanın kendi deliliği vardır, bana öyle geliyor ki en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır."
Benimkisi delilik düzeyinde değil tabii ama aklıma gelen bir şeyi o anda yapmak benim için her zaman "tam zamanı" sayılır.
Şimdi mesela bu konunun hatırlatılmasının da "zamanı" olmayabilir birçoğunuz için.
İçinden geçtiğimiz bu günlerde ölümü, mezarlığı filan konuşmak, hem de güneş güzel yüzünü göstermişken gerçekten de tuhaf kaçacak ama ne yapayım, aklıma geldi bir kere!
Zaten "bunları yazmamın tam sırası" olmasının nedeni de doğrudan doğruya, "şimdi sırası mı?" sorusunun yaşamlarımız üzerinde oynadığı roldür.
Günde en az iki kere Aşiyan mezarlığının önünden, yanından geçerim, tabii üç hafta öncesine kadar!
Ve bazılarını ismen tanıdığım insanların mezar taşlarına bakarken hep aklıma "şimdi sırası mı" sorusu gelir.
Mezar taşlarındaki doğum – ölüm tarihlerine dikkatle bakarsanız ölümün de sırasının olmadığını görüyorsunuz.
Neleri "şimdi sırası mı" diyerek erteleyip de gerçekleştirmeye fırsat bulamadıklarını da hiçbir zaman bilemezsiniz.
Zaten onlar da bilemezler artık.
Gabriel Garcia Marquez, Benim Hüzünlü Orospularım’da (Can Yayınları, Çeviren: İnci Kut.) 90. yaş gününde kendisi için özel bir kutlama planlayan, kendi halinde bir gazetecinin yaşamının son doğum gününde kendisiyle hesaplaşmasını anlatır.
Daha önce birkaç yazıda yeri geldikçe söz etmiştim bu romanın kahramanından.
Yaşamı boyunca gerçek aşkı hiç tatmamış, yaşamı boyunca parasını ödemediği hiçbir kadınla sevişmemiş, sadece genelevlerde geçirdiği saatler içinde kendisi olabilmiş bir yaşlı adam. 15. yüzyıl İspanyol yazarı Jorge Manrique’nin sözleriyle şöyle diyor romanın bir yerinde:
"Kimse aldatmasın kendini, sakın sanmasın ki daha uzun sürecek beklediği hayat, daha önce gördüklerinden. Çünkü hepsi aynı hızla geçip gidecek!"
Ve romandan bir başka alıntı:
"Ne yaparsan yap, bu yıl ya da yüzyıl içinde sonsuza dek öleceksin!"
Romanın kahramanı olan bu çirkin ve yaşlı adam 90. yaş gününde kendisine özel bir armağan vermek ister.
Eskiden tanıdığı bir genelev patronundan kendisine bir "bakire" bulmasını ister.
İsteği yerine getirilir. Ancak yaşlı adam her seferinde genç kızı uyurken seyretmek dışında bir şey yapmaz ve bu garip ilişkinin sonunda da o zamana kadar tatmadığı bir duyguyla tanışır:
Aşk!
Kıza âşık olur.
Ve yaşamının sonunu güzelleştirecek öğüdü de kızın patronundan alır: Âşık olarak sevişme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın! (Kadının ifadesini biraz "ehlileştirdim", sanırım giderek eski kafalı biri olmaya başladım!) Sonunda bizim yaşlı gazeteci, kızın da kendisine âşık olduğunu öğrenir.
Yaşamının birinci yüzyılının gün batımında, ikinci yüzyılının şafağında ilk kez kendi gerçeğiyle tanışır:
"Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkûm olmuştu!"
* * *
Bir roman kahramanı değilseniz "mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmek" gibi bir hedefin peşinde de koşmazsınız.
Hepimizin peşinde koştuğu şey mutlu olmaktır, aşktan ölmek değil!
İnsanın, yaşamının ne gün sona ereceğini bilemiyor olması da elbette iyi bir şey.
Bu bize yaşama sarılmak ve yaşamın zorluklarıyla baş edebilmek için güç veriyor.
Ama öte yandan bunun yarattığı bir yanılsamanın içine düşmemize de yol açıyor:
Sanki bize bahşedilen yaşam süresi sınırsızmış gibi, istediğimiz her şeyi yapmaya yetecekmiş gibi bir yanılsama.
Yaşamımızın efendisi olmamızı engelleyen, bazen de elimizden uçup gidiverdiğini fark etmemize imkân vermeyen bir belirsizlik.
Yapmayı en çok sevdiğiniz şeyi düşünün şimdi.
Onu kaç kere daha tekrarlayabilirsiniz? Bin, beş bin, on bin, yüz bin kez?
Yanıtınız ne olursa olsun, esas olarak bir sınırı ifade ettiğini hiç unutmayın derim.
Onun için "şimdi sırası değil" diyenlere hiç kulak asmıyorum.
"Hayır efendim, tam sırası" diye isyan bayrağı da açmıyorum ama bildiğimi de okuyorum.
Bu hayatlarımızı bize ait kılan bir şeydir.
Böyle yaşarsanız yüzde yüz mutluluk garantisi de veriyor değilim elbette.
Geçen hafta da yazmıştım, hayatta her şeyin bir bedeli vardır.
Mutlaka ödersiniz, ama önce, ama sonra.
Hiç bir bedel ödemeye yanaşmadan mutlu olmaya çalışmak ile kalçanıza bir tutam krem sürünce selülitlerinizden kurtulabileceğinize inanmak arasında bir fark yoktur.
İkisi de mümkün değildir.
Bakmayın siz o reklamlarda krem sürünce kalçası incelen kızlara.
Onlar o kremleri sürmeden önce kaç saat spor yaptılar, ne kadar uzun süre aç kaldılar, haberiniz var mı?
Kendimi dinliyorum: Zamanında bana acı veren duyguları hiç yaşamamış olsaydım, bugün bulduğumun değerini gerçekten biliyor olabilir miydim?
O zaman buyurun, Sezen Aksu’yu dinleyelim: Gidemem!