Bay Flitcraft’ı tanır mısınız, bilmiyorum. Kağıda basılan yazılar yazdığım yıllarda kendisinden söz etmiştim, belki hatırlarsınız.
Bay Flitcraft’a, “Bay” dememin nedeni Reis Bey’in “Bay Kemal” demesi ile aynı şey değil. Bunu söylemiş olayım. Kim bilir, belki de Mr. Flitcraft demeliydim.
Bu arkadaşımızın şahane bir hayatı vardı. Dışarıdan bakan kıskanç tipleri çatlatacak kadar şahane!
Güzel bir eşi vardı bir kere. Birbirlerini çılgınca demesek de seviyorlardı işte, anlarsınız.
Gerçi bu ilişkide “sevgi”, filmlerdekinden biraz farklıydı tabii.
Zaman içinde biraz da alışkanlıktan kaynaklanan, paylaşılmış güzel günlerin hatırından beslenen bir sevgi desek daha doğru, aşk değil yani.
Her neyse, aynı zamanda başarılı bir iş adamı da olan Mr. Flitcraft bir gün öğlen yemeği için dışarı çıktığında, bir binanın onuncu katındaki inşaattan bir kalas düşüyor.
Başını sıyırarak hızla yere çarpan kalasın kaldırımdan fırlattığı bir taş parçasının yüzünde küçük bir yara açmasının dışında Flitcraft’a hiçbir şey olmuyor. Bu olay Flitcraft’ı sarsıyor, bir türlü kafasından çıkarıp atamıyor.
Flitcraft’a can veren yazarın dediği gibi “sanki biri, hayatın kapağını kaldırıp ona içindeki mekanizmayı göstermişti.”
Flitcraft, gerçek dünyanın, kendisine kurduğu dünyadan farklı olduğunu böylece anlıyor. Dünyayı yanlış tanıdığını, hayatın rastlantılardan ibaret olduğunu, her an ölebileceğini fark ediyor. Yemeğini bitirene kadar geçen süre içinde hayatın tahrip edici gücüne boyun eğmeye ve o güne kadar yaşadığı hayattan vazgeçmeye karar veriyor.
Masadan kalkıyor, eve dönüp ailesiyle vedalaşma zahmetine de girmeden, hatta bankadan para bile çekmeden başka bir kente gidiyor ve orada yepyeni bir hayata başlıyor.
Bay Flitcraft, esasen bir roman kahramanı, Amerikalı polisiye yazarı Dashiel Hammet’in Malta Şahini isimli romanında vücut bulmuştu. (Beni Dashiel Hammet ile tanıştıran da 1402’lik olup, Sarı Dizi’nin editörlüğünü yaptığı yıllarda Kurthan Fişek hocamdı, nur içinde yatsın! Bugün anısına birer kadeh içelim lütfen.)
Tabii Flitcraft’ın kaçtığı yerde, kendisine nasıl “yeni” bir hayat kurduğu meselesi artık hayal gücümüze kalmış bir durum.
Selçuk Erdem’in, Penguen’de yayımlanan bir karikatürünü hatırlıyorum:
Bir “uzaylı” ile bir “dünyalı”nın yer aldığı karikatürde diyalog tam olarak şöyle:
Uzaylı: “Merhaba dünyalı, 100 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galaksiden geliyorum.”
Dünyalı: “Peki kendinden kaçabildin mi?”
Uzaylı: “Hah, hasta çıktı adam.”
Flitcraft’ın da ortadan yok olup, yaşadığı kenti değiştirse bile kendinden kaçamadığını düşünürüm.
Evet, Flitcraft, Tanrı’nın bir armağanı olarak başından geçen olaydan sağ kurtulunca, hayatını tesadüflerin eline bırakmaya karar verdi.
Sevgili eşini, çocuklarını, yakınlarını, arkadaşlarını, kurmak için çok çabaladığı işini terk etti ve başka bir kente göçtü. Ne gittiğini haber verdi, ne de gittiği yerin öğrenilmesi için bir ipucu bıraktı.
Becerikli ve çalışkan her insan gibi hayata sıfırdan başlayabildi, yeni bir hayat kurdu. Aslına bakarsanız, böylelerine imrenmemek de mümkün değildir.
Bir ömre, birden çok hayat sığdırabilme yeteneği bu!
Neyse, sözü uzatmayayım, hayatını değiştirme, bir ömre birden fazla hayat sığdırma işine bir başka hafta bakarız. Ama o yeni hayatı da bırakıp gittiği hayatın bir benzeri olmalı.
Benzer bir iş, benzer bir eş, benzer bir ev, benzer çocuklar vs. Monotonluktan kaçmış, kendisini tesadüflerin eline bıraktığını düşünmüştü ama ulaşabildiği yer yine benzer bir yer olmuştur.
Çünkü arkadaşlar, bu haberi benden duymuş olmayın ama kendimizden kaçamayız.
Bizi beynimiz yönetir.
Kafanın içinden o gri hücreler topluluğunu çıkarıp atar ve hâlâ yaşamaya devam edebilirsen tabii ki kendinden kaçabilirsin, aksi takdirde ı–ıh! Toprağı bol olsun, İspanyol düşünür Ortega Y. Gasset, yaşamdaki bazı durumların insanın farkına varmasına bile fırsat vermeden, kişiliğinin özünü, gerçek yaradılışını ortaya koyduğunu söylüyor:
“Bu durumlardan biri de sevgidir. Sevgililerini seçişleriyle erkekler de kadınlar da temel yaradılışlarını ortaya koyarlar. Yeğlediğimiz insan tipi, kendi yüreğimizin çizgilerini taşır.” Türk usulü söyleyecek olursak, tencere yuvarlanır ve kapağını bulur durumu yani. Kişiliğimizin temel çizgileri biz doğarken oluşur.
Genetik bilimindeki ilerlemeleri ve yapılan keşifleri gördükten sonra buna artık daha çok inanıyorum.
Ancak büyüdükçe dış dünyaya açılırız. Yaşamda edindiğimiz deneyimler, bulunduğumuz ortam, yaptığımız iş, okuduğumuz okul gibi dış faktörler bizi bir güzel yontar, şeklimizin son halini verir.
Ama bunlar rötuştur, kişiliğimizin temel çizgisi kolayca değişmez. Bunu değiştirme gücü sadece erkeğin âşık olduğu, hayatının kısa da olsa bir bölümünü paylaştığı kadınlarda vardır.
Okulların, ailemizin, işimizin etkisini küçümsemiyorum ama birlikte olduğumuz kadınların kişiliğimiz üzerinde bıraktıkları etki bunlardan her zaman daha büyüktür.
Her kadın hayatımızda yeni bir döneme karşılık gelir, izlerini bir daha çıkartılmayacak şekilde kişiliğimize kazır.
Düşünme alışkanlıklarımızı, beynimizi kullanma biçimimizi etkiler. Bu kadınların en önemlisi annelerimizdir. Bazı erkekler bu yüzden hep anneleri gibi kadınlar ararlar.
Bazıları için ilk âşık oldukları kadındır, ondan sonra hep onu ararlar.
Şanslı olanlar için hayatlarındaki her kadın önemlidir, her kadının izini taşırlar.
Bu nedenle Flitcraft’ın eski karısına benzer kişilikte birisini bulması, onunla aynı hayatı yaşamasında tuhaf bir durum yok.
Öte yandan işin bir de fiziksel, güzellikle, beğeni ile ilgili kısmı var. Skor peşinde koşan, bir maymun iştahlı değilse erkekler genellikle benzer kadınları seçerler.
Magazin basınını takip ediyorsanız, birçok erkeğin “yeni” eşinin, eskisinin neredeyse kız kardeşi sayılabilecek kadar benzeri olduğunu da fark ediyorsunuzdur.
Bu tip erkeğin en ünlüsü film yönetmeni John Derek idi. Sırasıyla Ursula Andress, Linda Evans ve Bo Derek ile evlenmişti.
John’un nasıl bir tip olduğunu hatırlamanıza elbette imkân yok ama kadınları kolayca gözünüzün önüne getirebilirsiniz.
Hatta Woody Allen bununla ilgili bir espri de yazmıştı: “John Derek hep aynı otomobili kullanır. Değiştirdiği sadece otomobilinin üretim yılıdır!”
Ursula (1936), Linda (1942), Bo’nun (1956) fotoğraflarına internette bir göz atmanızı öneririm. Ortaga Y. Gasset şunları da söylüyor:
“Yaşamları boyunca birçok kadına âşık olan kişiler vardır; ama açıkça görülen bir değişmezlikle bunların her birinde tek bir dişi tipi yinelenir.
Bazen çakışma öylesine büyüktür ki bu kadınların hepsi fiziksel özelliklerde ortaktır. Aslında pek çok değişik kadın kılığında genel kapsamlı tek bir kadının sevildiği bu tür maskelenmiş bağlılık, son derece sık rastlanan bir şeydir.”
Onun için Flitcraft’ın, habersizce bıraktığı eşine benzer bir kadını bulmasında, onunla yeniden benzer bir hayat kurmasında da hayret edilecek bir durum yok benim açımdan.
Aşk, özünde bir “seçme” eylemidir ve bu seçimimizi yaparken kişiliğimizi ortaya koyarız.
Elbette her erkek, mutlaka aynı tipte kadına âşık olacak, yaşamını onunla geçirmek isteyecek diye bir genelleme yapamayız. Ama çevreme bakıyorum, Flitcraftlar ordusu görüyorum!