Köpeğim Rio’nun paradoksu
Bir balya saman ile bir kova su bir tarafta, bir balya saman ile bir kova su diğer tarafta ve talihsiz eşek bunların tam ortasında.
Hangi tarafa gideceğine bir türlü karar veremediği için de bir süre sonra ruhunu teslim ediyor.
Aynı hikâyeyi Aristo köpek üzerinden anlatmış.
Aristo’nun köpeğinin olsa olsa tembellikten bu tuzağa düştüğünü söyleyebilirim. Aynı şeyi geçen gün benim minik Rio’da denedim. Sabahları çok aç uyanıyor. İki kaba bölüştürdüğüm mamaların tam ortasına koydum, önce gidip birini bitirdi, sonra döndü öbürünü yedi.
Bu da Mehmet’in Köpeği paradoksu; yemek buldun ye, göz silinecek kaç!
Gazali’nin Devesi’nin de çölde iki vahaya aynı uzaklıkta kalıp nereye gideceğine karar veremeyerek Gazali’yi çöl ortasında bir başına bıraktığını söyleyeyim.
“Yazar keçileri kaçırdı galiba” diye düşünmenizi de istemem tabii. Hayır, Mehmet’in Keçisi kaçmadı. Zaten henüz öyle bir paradoks da yok. Ama düşünürsem bulurum.
Elbette filozoflar bunları gerçekten deneyip sonuçlar çıkarmıyorlar. Yani hayvanlara eziyet yok!
Yaptıkları soyutlamadır.
Hayatımız ikilemlerden ve onlar arasında verdiğimiz, veremediğimiz kararlardan oluşur.
En basiti; kahvaltıda yumurta mı yiyeyim, reçelli ekmek mi gibi!
Hayat genellikle böyle ilerler. Arada bir çoktan seçmeli yanıtları olan sorunları da karşımıza çıkarır ama biraz düşünürsek onları da sonunda iki seçeneğe indirgeriz. O mu, bu mu?
Hayatımızın bütünü de bu yanıtlardan oluşur aslında.
Güvercinlere yem atmayı sever misiniz, bilmiyorum.
Ben eskiden çok severdim. Gazeteler şehrin göbeğinden taşındığından beri Sultanahmet’e yolum çok az düşüyor.
Taksim Meydanı’nın, AKP belediyecilik ve demokrasi anlayışının bir sonucu olarak Avrupa’nın tek ağaçsız, havuzsuz, çevresi boyunca polisin metal barikatları hazır tutulan uçsuz bucaksız beton zeminine de güvercinler konuyor, kalkıyor ama içimden onlara yem atmak hiç gelmiyor.
Çünkü orası bana artık “şehir meydanı” hissi vermiyor.
Sultanahmet öyle değil ama.
Karakteri olan bir kentte yaşadığını hissediyorsun.
Hayatındaki sıkıntıları düşünerek çözeceğini zanneden benim gibi bir tipseniz güvercin yemlemeyi denemelisiniz.
Çok bir maliyeti de yok. Bir külah yem alacaksınız, hepsi bu.
Güvercin yemlemek ve onları izlemek bir tür meditasyon da sayılır.
İçgüdülerin esiri olmak
Güvercinler ürkektir.
Bir yandan bütün canlılar gibi aç gözlüdürler.
Attığınız yemlere gözlerini dikerler, kendi akrabalarından, kardeşlerinden belki de yavrularından daha çok yiyebilmek için itişip kakışırlar.
Diğer yandan gelebilecek bir tehlikeye karşı hep tetiktedirler.
Hem ortalığa saçtığınız o arpaları, buğdayları yemek için dayanılmaz bir istek duyarlar, hem de kendi arkadaşlarının kanat çırpma sesinden ürker, o son taneyi alamadan havalanırlar.
Biraz dikkatli olabilseler yemi verenden de civarlarına kanatlarını patpat çırpıp konup kalkan akrabalarından da bir zarar gelmeyeceğini anlayabilirler.
Bilinçli olarak yaşamazlar, içgüdülerinin esiridirler.
Bizleri kuşlardan ayıran şey budur; bizler kendi hayatlarımız hakkında fikirlere sahibizdir, bilinçli olarak yaşarız.
Önyargılarımız vardır.
Öğreniriz, bir bölümünü içselleştiririz. İyi ya da kötü, nasıl bir hayat yaşadığımızı biliriz.
Ama bildiklerimizi anlamlandırmamız da o kadar kolay değildir.
Bunu yapabilmemizi, hayatlarımızı anlamlandırmamızı filozoflar sağlar. Sanatçılar da eksik gediği tamamlar.
Onun için filozofları da severim, sanatçıları da.
Norveçli filozof Arne Naess (Soyadındaki “e”, Norveç alfabesindeki sırtlarından bitişik ae harfiyle yazılıyor) “büsbütün imkânsız olan ile sadece olasılıksız olanı birbirinden ayırmalıyız” diye yazmıştı.
Ona göre hiçbir şey büsbütün imkânsız değildir.
Her şey için bir olasılık hesabı yapılabilir.
Mesela Charlize Theron’un, Aşiyan - Hisarüstü fünikülerinde benimle karşılaşıp o anda yıldırım aşka düşmesi 8 milyarda bir olasılıkla bile mümkündür.
İhtimaller 0.1 ile 99.9 arasında da olsa bir ihtimaldir.
Ancak Marilyn Monroe’nun dirilip mezarından çıkar çıkmaz bana vurulması ise imkânsız kategorisinde yer alabilir.
Beni görünce beğenmeyeceğinden değil tabii, dirilmesinin mümkün olmamasından dolayı!
Hindistan halk öyküleri içinde Ekber (Babür İmparatoru) ile Birbal (Ekber Şah’ın baş veziri) arasında geçen öyküler çok popüler.
Bir gün Ekber Şah ile veziri surlardan şehri seyrederlerken Ekber’in dikkati tepelerinde çığlık çığlığa dönüp duran kargalara kaymış. “Söyle bakalım Birbal” demiş, “sence ülkemde kaç karga vardır?”
“Cihanpenah” diye yanıtlamış Birbal: “Ülkenizde tam olarak 999 bin 999 karga vardır.”
Ekber şaşırmış: “Diyelim ki hepsini saydık, senin verdiğinden daha çok karga çıktı. Bu ne anlama gelir?”
Birbal hemen yanıtlamış: “Komşu ülkelerdeki arkadaşlarının onları ziyarete geldiği anlamına gelir.”
“Peki sayıları daha az çıkarsa” diye sormuş cihan şahı. Birbal düşünmeden yanıtlamış: “Bizim kargaların bir bölümünün uçsuz bucaksız dünyayı merak edip gezmeye çıktıkları anlamına gelir.”
Her sorunun tutarlı bir cevabı mutlaka vardır; doğruluğu düşük bir olasılık olsa da.
Bu hafta da böyle geçti işte: Kafamdaki tek bir soruya doğruluğu kuşkulu bin değişik yanıt bularak!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı Oksijen'den alınmıştır.