Bu güzel yaz sabahı böyle konulardan konuşmak istemeyebilirsiniz, bunu anlayışla karşılarım.
Ama hemen sinirlenmemenizi öneriyorum, bu soru durduk yerde aklıma gelmiş değil.
Bu yazıyı okuyup bitirdiğinizde sorunun yanıtını duymuş olacaksınız, hemfikir olur musunuz, orasını bilmem.
Hepimiz aynı fikirde olsaydık, dünya ne kadar sıkıcı olurdu zaten.
Farklılıklarımızı korumak iyidir diye düşünürüm bu nedenle.
Geçenlerde yazdığım bir yazı nedeniyle “evlilik düşmanı” olmak ile eleştirildim.
Tabii ertesi sabah tıraş olurken aynada kendime çıkıştım: Derdini tam anlatamayan cümleleri kurmaktan vazgeç!
Antik Mısır’da kuş başlı, insan vücutlu bir Tanrı vardı, Thoth.
Washington’daki Gazetecilik Müzesi’nde Thoth’un küçük heykelcikleri satılıyor, Yasemin de bana bir tane hediye etmişti, masamın üzerinde karga burnuyla her gün bana bakar durur.
Thoth, Antik Mısır’ın iletişim tanrısıydı ve insanları yanlış anlaşılmalardan korurdu.
Onu kızdırmış olmalıyım ki yazımdan “evlilik düşmanı” sonucunun çıkartılmasına neden oldu diye düşündüm. Böyle düşündüm ancak şunu da unutmayalım ki Antik Mısır ve Antik Yunan tanrıları bütün bir evrenden sorumlular.
Aralarında iş bölümü olması, iş yüklerinin hafif olduğu anlamına da gelmemeli.
Onca işin arasında benim yanlış mı, doğru mu anlaşılacağım meselesiyle nasıl ilgilensinler?
Hayır, evlilik düşmanı olmadığım gibi evlenmeye de karşı değilim.
“İyi günde, kötü günde sözünün” takipçisinin devlet olmasından hazzetmiyorum aslında ama niye karşı olayım?
Ahmet Rasim, “birbirleriyle evlenmemesi gerekenler, birbirlerine aşık olanlardır” dediyse desin.
***
İnsanlığın tarihine ışık tutan mağaralardan birinde, neolitik dönem akrabalarımızdan biri (toprağı bol olsun diyeceğim ama tozu bile kalmamış olmalı artık) birbirine sarılmış iki siluet çizmiş.
Mağara duvarındaki bu çizimi “bir kadın ve erkek” olarak tanımlıyoruz
Ama Netflix çağındayız, belki de aynı cinsten iki kişiydi birbirlerine sarılanlar, onu bilemiyorum.
Netflix’in eşcinselliği normalize edip, yaygınlaştırmaya çalıştığına ilişkin paranoyak fikirler uçuşuyor, sağda da, solda da.
Bir kere bu “normalize etmek” cümlesi ters geliyor bana. Bir “normal” tanımladığınızda, onun dışında kalan her şey “anormal” oluyor.
İnsan doğası ile ilgili durumlar bu tür kalıpların içinde kategorize edilmemeli. Bunlar ayrımcılığa yol açan şeyler.
İkincisi kimse merak etmesin, insanlar bir filmdeki eşcinsel karakter iyiydi diye cinsel yönelimlerini değiştirmezler. Ve bulaşıcı da değildir, rahat olun.
Ben bu konuda Kartacalı Terentius’dan yanayım: Homo sum, humani nil a me alienum puto. (İnsanım, insana ait hiçbir şey bana yabancı değildir.)
Lisede de böyleydim. Araya laf sokup, ders kaynatma becerimle övünmüyorum ama yazarken de araya başka konular sokmaya bayılıyorum, gördüğünüz gibi!
Neyse, konuya dönüyorum.
***
Geçenlerde “Aşkın En Güzel Tarihi” isimli bir kitap satın aldım. Gazeteci Dominique Simonnet, antropologlar, tarihçiler ve edebiyatçılarla söyleşiler yapmış, kitap boyunca aşkın tarihsel süreç içinde nasıl evrim geçirdiğini anlatıyorlar. (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Çeviren: Saadet Özen.)
Uzmanların konuşmalarından çıkarıyoruz ki aşkın tarihi üç eksen üzerindende gelişiyor: Duygu, evlilik, cinsellik!
Aşkın tarihi, insanların “sevme hakkını” savunmalarının da tarihi aslında.
Prehistorik dönem ile ilgili karikatürleri boş verin.
Hani, mağara adamı, elinde koca bir odun, kadının kafasında bir şişlik, saçından sürükleyerek mağaraya götürüyor!
Bu palavra arkadaşlar, prehistorik dönemde atalarımız üremek için ne gerekiyorsa onu yapıyorlardı ama erkek atalarımızın, kadın atalarımıza tecavüz ettiklerine ilişkin bir bilgi yok.
Dönemin özelliği gereği karşılıklı rıza ile yürüyor olmalı bu işler. Kadın ve erkeğin hayatın zorluklarını ve hazlarını eşit olarak paylaştığı güzel günlermiş!
Erkek ile kadın arasındaki eşitsizliğin altının çizilmesi, yerleşik düzene geçiş ile birlikte evlilik kavramının ortaya çıkışıyla başladı.
Erkek ile nikahlı karısı arasındaki ilişkiyi tanımlayan şey neslin devamına dönüştü, duygusallığa ve cinsel hazza ihtiyaç yoktu.
Simonnet şöyle yazıyor:
“Tensel istek günaha dönüştü. Çiftlerin kurulmasındaki amaç, çocuklar dünyaya getirmek, mirası ve soy zincirini güvenceye almaktı. Gülüp, eğlenme hakkı, erkekler tarafından gasp edilmişti.”
Bu upuzun ve izninizle “karanlık” diye tanımlayacağım çağın ardından ilk kez Rönesans’tan sonra insanın evlendiği kadını ya da erkeği sevmesinin de iyi bir şey olabileceği fikri hayat buldu.
Tahmin edebileceğiniz gibi “ücra köylerde”!
İnsan cinselliğinin kritik dönüşümlerinin köylerde başlaması bir tesadüf değildi arkadaşlar.
Belki gazetelerin üçüncü sayfalarındaki haberlere ya da Müge Anlı’nın programında anlatılanlara bakıp, köylerimizdeki cinsel hayatın renkliliğine şaşırıyorsunuz ama şaşırmayınız.
Ayrıntılarını bir gün bu köşede sohbetimize konu ederiz, isterseniz tabii!
İnsan cinselliğindeki Rönesans arası, Fransız devrimiyle birlikte bıçak gibi kesildi ve püriten ahlakın en büyük savunucusu antik Roma günlerine dönüldü.
20. Yüzyıla kadar!
Çocuk doğurmadan da sevişmek mümkün olabildiği gibi artık sevişmeden de çocuk sahibi olabilmek mümkün.
Sevişmek için kimseye aşık olmanız da gerekmiyor, belediyeden izin almanız da.
Ve ilk kez çağımızda bunların bir arada olmasını yüceltebiliyoruz: Haz da verebilen kalıcı bir ilişki!
***
Modern Japon edebiyatının en ilginç isimlerinden biri olan Jun’ichiro Tanizaki’nin (1886 – 1965) iki romanının yeni baskıları geçenlerde yayımlandı.
“Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi” (Can Yayınları, Türkçesi: Nili Tlabar.) ve Anahtar (Can Yayınları. Türkçesi: H. Can Erkin.)
“By the way” söyleyeyim, eskisini de severdim ama Can Yayınları’nın yeni kapak anlayışını daha samimi ve sıcak buluyorum. Tebrikler!
“Jun’ichiro”, Tanizaki’nin adının Frenkçe okunabilmesi için yan yana dizilmiş harfler bütünü.
Ama biz Cuniçiro diye yazmalıyız diye düşünüyorum, çünkü bizim alfabemizde, adamcağızın adını söylemek için kullanılan sese karşılık gelen harfler var.
Trotsky ddeğil, Troçki dediğimiz gibi. Bir gün bunu da tartışalım.
Lafı uzattım yine, Tanizaki’nin Çılgın İhtiyar’ı, 77 yaşında, türlü hastalıklarla mücadele eden ve artık yaşamının sonuna yaklaştığının da farkında olan, kendini emekliye ayırmış bir iş adamı.
Eski bir dansçı olan gelinine karşı duyduğu açıklanması zor istek giderek çılgın bir ihtiyarın erotik azgınlıklarla yüklü fantezisi olmaktan çıkıyor ve bir yaşam nedenine dönüşüyor.
Anahtar’da da yirmi yıllık karısının vücudunun güzelliğini ilk kez görerek kendini kaybeden ve evlilik yaşamına adeta yeniden başlayan bir profesör ve katı Japon ahlakçılığına sıkı sıkıya bağlı olarak yetiştirilmiş karısının evlilik hikâyesini okuyoruz.
İki ayrı hikâye ama şunu açıkça görebiliyoruz ki bir erkeği canlı tutup yaşama bağlayan şey, bir kadına tutku ile bağlanmış olmasından başka bir şey olamaz.
Cinsel tutku ve romantik aşk ile beslenen bir yaşama coşkusu!
Ve şimdi “bir erkek ne zaman ölür” sorusuna artık bir yanıt verebilirim:
Bir erkek, tutkuyla bağlanacağı bir kadın yaşamında olmadığı zaman ölür.
Şimdi bunu okuyunca siz de diyebilirsiniz ki, “birçok erkek var, hiçbir kadına tutkuyla bağlı olmadan pekala yaşıyorlar”.
Ben de size derim ki, onlarınki de hayat mıdır?