Kadın, kayıkçıdan şikayetçidir ve Axl ile Beatrice’i, ondan uzak durmaları konusunda uyarır.
Çünkü kayıkçı, kocasını bir adaya geçirmiş ancak sonra dönüp kadını almamıştır.
Böylece kocasını kaybeden kadın, olan bitenlerden, şeytani huylara sahip olduğunu iddia ettiği bu kayıkçıyı sorumlu tutmaktadır.
Kayıkçı adaya götüreceği çiftlerin arasında olağanüstü bir bağ olması gerektiğini söyler.
Bu ona verilmiş bir görevdir. Kayık ile adaya geçmek isteyen çiftleri sorgulamak ve aralarında derin bir bağ olmadığını anladığı çiftleri ayırarak, sadece birini adaya geçirmekle yükümlüdür.
Kayıkçı, Beatrice’e durum şu sözlerle anlatır:
‘Sevgi’ derler ‘nefret’ görürüz
“Biz kayıkçılar yıllar boyu o kadar çok insanla karşılaşırız ki aldatıcı görünüşün ötesine nüfuz etmemiz pek uzun sürmez. Ayrıca yolcular en aziz anılarından bahsederken gerçeği gizlemeleri imkansızdır. Bir çift, birbirine sevgiyle bağlı olduğunu iddia eder, oysa biz kayıkçılar sevgi yerine hınç, öfke, hatta nefret görürüz bazen. Ya da koskoca bir çoraklık. Bazen sadece ve sadece yalnızlık korkusu. Yıllara göğüs germiş kalıcı sevgiyi pek nadiren görürüz. Gördüğümüzde de çifti adaya birlikte geçirmeye can atarız.”
Fırtına dinip de Axl ile Beatrice, bir Sakson köyüne ulaşmak için yola koyulduklarında Beatrice, konuyu kayıkçının bu sözlerine getirir.
Yıllar önce gördüğü bir yaşlı kadının sözlerini hatırlar:
“Kocanla sen, paylaştığınız geçmişi hatırlayamazken, birbirinize sevginizi nasıl kanıtlayacaksınız?”
Axl itiraz eder: “Bizim aşkımız nasıl solabilir? Aklı havada genç aşıklar iken bu kadar güçlü müydü aşkımız?”
Romanın tamamını burada özetleyecek değilim elbette.
Ishiguro romanlarını okumadıysanız, çok şey kaçırdığınızı söylemekle yetineyim.
Aşk zamana direnebilir mi?
“Günden Kalanlar” ve “Beni Asla Bırakma” isimli iki romanla başlayan Ishiguro hayranlığım, okuduğum her yeni romanıyla arttı.
Aşkın tarihi kadar eski bir soru bu: Aşk zamana karşı direnebilir mi? Yoksa kendisinden yeni bir duygu mu üretir?
Yanıtı Augustinus’un “zaman” ile ilgili olarak söylediği şu söz ile verebilirim:
“Kimse sormazsa yanıtı biliyorum. Birisi sorar da açıklamaya kalkışırsam bilemiyorum.”
Edgar Morin’e göre, insanın kendisinin de sevilmeye layık olduğunu düşünmesi, “aşk ihtiyacının başkasına yansıtılması” demektir.
Morin, bu yüzden aşkın “başıboşluk ve belirsizliğe mahkûm olduğunu” yazar.
Ben de şöyle düşünürüm: Bu başıboşluğu ve belirsizliği yönetebilen aşıklar, zamanın ve alışkanlıkların yıpratıcı etkisini niye yenemesin?
Zaman zaman acaba hayatımıza klişeler mi yön veriyor diye düşünürüm.
Aşkın günü dolduğunda, ölüp gideceği önermesi de böyle bir klişe olabilir mi?
Aşk diye tanımladığımız duyguyu, vücudumuzda salgılanan birtakım hormonlardaki iniş-çıkışlarla açıklayanlar da var, biliyorsunuz.
İşte bu hormonların düzensiz hareketlerine bakıp aşkın ne zaman öleceğine dair süre bile veriyorlar.
Şimdilik işi gün ve saat söyleyecek kadar abartmadılar ama yakında cep telefonumuza indireceğimiz bir aplikasyonla bunu önceden bileceğimizi bile iddia ederlerse hiç şaşırmam.
İnsan davranışlarını, böylesine kesinlik ifade eden cümlelerle tanımlamak çok iddialı olur.
Eğer bu yaklaşım doğru olsaydı dünyanın her yerinde, her koşulda, her tür insanın aşk öyküsü birbirinin aynı olurdu.
Böyle olmadığını biliyoruz.
Ancak bir türlü açıklayamadığımız şey bazı insanların nasıl olup da neredeyse ölümsüz bir aşkla birbirlerini sevebilmeyi başardıkları.
İki ayrı kişiden çıkan tek kişi
Ishiguro’nun kayıkçısının söylediği gibi “yalnızlık korkusuyla birbirini bırakamayanlardan” ya da alışkanlığın tatlı konforundan vazgeçemeyenlerden söz etmiyorum.
Fırtınalar içinde başlayıp gelişen bir duygunun, zamanla olgunlaşıp kendi yatağında akıp gitmesinden söz ediyorum.
Aşk ilişkisi, farklı kişilikleri sanki bir potada eritiyor ve insan kişiliğini yeni bir potaya döküyor.
Adeta iki kişilikten, yepyeni bir tek kişilik çıkıyor.
Nitekim Ortega y Gasset de “Sevgi eyleminde iki kişi kendilerinin dışına çıkarlar. Belki de doğanın insana, kendi dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağı tanıdığı en yüce etkinliktir sevgi” diyor.
Hem kendi kişiliğini koruyacaksın hem de ‘biz’ diyebileceğin tek bir kişilik gibi davranabileceksin.
Erich Fromm “Sevmek esasen belli bir insanla ilişki değildir, bir tavır, karakterin bir yönelimidir” diye yazmıştı.
Bunun için “Maskesiz yaşamak gerekir” der.
Böyle bir kişi, kendisini ilişkiye tümüyle verir ama bunu bir fedakârlık olarak hissettirmez.
“Kendini verme” eylemiyle, gücümüzü ve ruhsal zenginliğimizi deneyimleriz.
Karşımızdaki insana özenle davranır, varlığına, kişiliğine saygı duyarız.
Onu görmek istediğimiz gibi değil, olduğu gibi görebiliriz.
“Sevgide iki kişinin bir olması ama yine iki kişi kalabilmeleri paradoksu vardır” diye yazıyor.
D. H. Lawrence sevginin, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize kadere karşı mücadelemizde güç veren birleştirici bir serüven olduğunu düşünüyor.
Her şeye anlam katılmalı mı?
Lawrence her şeyi oluruna bırakmaktan yanadır.
“Yaşamın anlamı nedir? Sevmenin anlamı nedir? Ya da bir demet menekşenin? Hiçbir anlamı yoktur. Yaşam ve aşk, yaşam ve aşktır. Her şeye bir anlam katmak, onu berbat etmek demektir” diye yazmış.
Şöyle devam ediyor:
“Kadınlar, (tarih boyunca) bunu erkeklerden daha iyi anladılar. Erkekler, yaşamaya ve sevgiye bir anlam vermek için ısrar ettiler. Oysa kadınlar bundan daha iyisini biliyorlardı. Hayatın bir akış olduğunu, birlikte akmak ve sonra tekrar birlikte akmak olduğunu biliyorlardı.”
İşin sırrı akışta kalmak arkadaşlar; ama o elinizde tuttuğunuz telefonda bakıp durduğunuz “akıştan” söz etmiyorum!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı Oksijen'den alınmıştır.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?
Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu
Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini bir süre yürütmektedir.
12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazetesi ve dergilerini yayınladı
Askerlik görevi Kara Harp Okulu'nda yapıldıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe geri döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu
1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınlandı.
Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucusu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğu yapıldı.
1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yıl sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda ise Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.
2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğüne getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi.
2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı.
Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi kitap olarak yayınlandı.
"Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.
|