Haliç köprüsünün üstünden geçerken şehre mutlaka bakmışsınızdır ya da Anadolu'nun hepsi aynı elden çıkmışçasına üst üste yığılmış çirkin çarpık beton yığınlarına... Kendimize layık gördüğümüz şehirlerden söz ediyorum.
Çarpık kentleşme ile mücadelede yenildiğimizi kabullenmemizin vakti gelmedi mi?
İç göç ve çarpık kentleşme toplumsal hafızamızda uzun süredir yerleşmiş konular.
Her zaman oy gücüne yenilen gecekondu yıkım operasyonları, kastı devlet sırrı olan orman yangınları, seçim öncesi imar afları, her yerel seçimde trafiğin rahatlayacağı vaatleri, medyada doğal felaket korkusu ile yapıların dayanıklılığının düzenli olarak tartışılması bunun birkaç örneği.
Nüfus artışı, iklim değişikliği ve gündemi ansızın ele geçiren dış göç öfkesi bu yerleşik tartışmalara yepyeni bir boyut katıyor.
Bugün dünya nüfusunun yarısından fazlası şehirlerde yaşıyor. Ve bu sayı sürekli artmakta. Birleşmiş Milletler, 2050'ye kadar bu oranın yüzde 70'lere gelmesini bekliyor.
Küresel gayrisafi millî gelirin yüzde 80'i şehirlerde yaratılıyor. Bunun yan etkisi de neredeyse aynı oranda enerji tüketimi ve küresel karbon dioksit salınımının yüzde 70'inin de şehirlerde gerçekleşmesi.
Covid-19'un etkileri ile kentleşmenin yavaşlayacağı, hatta biteceği öngörüleri çeşitli mecralarda yayınlansa da pandemi sürecinin yeni bir faza geçtiği bu aşamada küresel trendler kentleşmenin hızından ivme kaybetmediğini gösteriyor.
Elbette, Türkiye de aynı dönüşümden payını alıyor.
Böylece vizyoner ve doğru şehir yönetimi hem dünyada hem de Türkiye'de yaşam kalitesini arttırmak ve iklim değişikliği ile mücadele etmek için elimizdeki en değerli araç haline geliyor.
Tersinden okursak, plansız, çarpık kentleşme de yeteri kadar ilgi görmeyen ancak ciddi bir küresel tehdit.
Bir ülkenin siyasi temelleri ve kültürü yeteri kadar gelişmiş ise verilen sözler uzun vadeli bir strateji ile harmanlanıp, ütopik bir şehir yapısına erişmek için umut verebilir. Fakat değilse, 'çarpık kentleşme' olarak adlandırdığımız, her yıl daha da kötüye giden ve asla çözülmeyen kalıcı bir kötü hayat koşulu haline geliyor.
Bir noktadan sonra kötü yönetimin toplum içerisinde sistematik olduğu ve geri dönüş olmadığını kabul edip, bu çarpıklık içinde mümkün olanın en iyisine erişmek ile yetinmenin vakti gelmeli.
Türkiye'de bu noktaya ulaşmış ve kaderimizi kabul etmenin zamanı gelmiş olabilir.
Çarpık kentleşme ile gelişen şehirlerin ortak kaderi, hava kirliliği, ekonomik ve sosyolojik adaletsizlik, yüksek suç oranı, kötü veya eksik altyapı gelişimi, kronik trafik, yaşayanların fiziksel ve ruhsal sağlığı (sağlıksızlığı) ve mutsuzluk gibi insan yaşamının neredeyse her alanında kötü sonuçlar yaratıyor.
Elbette Türkiye bu anlamda dünyanın en kötü ülkesi değil.
Brezilya'daki 'favela' (gecekondu bölgesi) realitesi ve özellikle asayiş suçlarının varabileceği nokta yıllar önce Tanrıkent filmi ile genel kültüre yerleşti; sadece Rio de Janeiro'de bin tane favela var.
Pakistan'da 2,4 milyonluk nüfusu ile dünyanın en büyük gecekondu bölgesi olan 'Orangi Town' sakinleri, devletten destek alamayınca kendi kanalizasyon sistemlerini inşa etmek zorunda kaldılar.
Nijerya'daki 300 bin kişilik köprü üstüne inşa edilmiş Makoko gecekonduları karada genişleyecek yer kalmayınca, su üzerinde yüzen gecekondular ile genişledi. Kanalları sefalet içindeki bir Venedik'i andırıyor.
Bu örneklerdeki sorunların daha az bir oranda da olsa, Türkiye'de uzun süredir yerleşik olduğu bir gerçek. Türkiye'deki şehir gelişiminde aynı ligde kıyaslanmamız gereken ülkeler İsveç, Singapur veya Avusturalya mı yoksa bu örnekler mi?
Kabaca göz atalım:
Ülkemiz nüfusunun yüzde 30'u kaçak inşa edilmiş binalarda yaşıyor.
2022'de TomTom Trafik Endeksi'nde İstanbul trafiği dünyanın en kötü oranı ile 1. konuma yerleşti. Araç yoğunluğundan kaynaklanan hava kirliliği sağlık profesyonellerini ürkütmekte.
Geçen yıl Marmara Denizi'nde yaşanan musilaj krizi; yine plansız bir şekilde sonuçları umursanmadan sanayi atıklarının denize aktarılmasından dolayı gerçekleşmişti.
Aramızdaki optimistler; dijitalleşmeyle, 'akıllı şehir' gelişimi ile bu sorunların çözüldüğü, sürdürebilirlik politikaları ile şehir alanlarının geliştirildiği bir geleceğe işaret ediyorlar.
Paris, Dublin ve Barselona, şehir sakinlerinin ihtiyacı bütün hizmetlerin hep 15 dakika yürüme mesafesinde olduğu bir planlama sistemine geçmeye hedefliyorlar.
Şehir içlerinde yeraltı tarımının yaygınlaşması, bina tepelerinde halka açık bahçeler, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği teknolojileri ile temiz enerji sistemlerine geçiş, elektrikli araçlar ve etkin kamu ulaşımı ile hava kirliliğinin azalması, geri dönüşüm ile atıkların azaltılması ve enerji veya materyale dönüştürülmesi gibi birçok yüksek potansiyelli gelişim alanı mümkün. (Bu alandaki iyi örnekleri ve potansiyeli haftaya ele alacağım).
Bu gelişmeler, doğru ve uzun vadeli planlanmış şehirlerde yepyeni yaşam biçimleri vaat ediyor.
Uygulanabilmelerinin temelinde başarılı kamu yönetimi, çözüm odaklı bir kültür ve kaynakların ahlaklı bir şekilde kullanılması gerekiyor.
Bizim gibi çarpık kentleşmeye teslim olmuş ülkelere yeni bir gelecek sunmak yerine, hiç değilse sadece şehirlerdeki kötü etkileri azaltmak için işe yarayabilir.