20 Ekim 2024
Benim ilk gençlik yıllarımda hayat Woody Allen'in Radio Days filmindeki gibi radyo günleriydi. Evde film izlemek diye bir şey yoktu. Film seyretmek için sinemaya gidilirdi, tabii yazın da açık yazlık sinemaya. Bugün belki çoğumuzun yapabildiği gibi dilediğin filmi dilediğin zaman izleme olanağı yoktu. Ülkeye oldukça geç gelen kırpılmış kötü kalite filmleri gıcırtılı koltuklarda izlerdik. Ucuz hoparlörlerden gelen ses cızırtılı ve boğuktu.
Yine de herhalde daha iyisini bilmediğimiz için bugünkü gibi popcorn değil sigara ve parfüm kokan bu kültürel atmosferden büyük keyif alırdık. Gençken her gün bayramdı.
O zamanlar en iyi filmleri Kadıköy Bahariye caddesindeki tarihi Süreyya sinemasında izlediğimi hatırlıyorum. Elindeki feneriyle yer gösteren görevli cebindeki bozuk paraları şıngırdatır, bazen de biz çocuklara "25'likleri hazırlayın" diye hatırlatırdı. Sonradan tadil edilen ve tiyatroya çevrilen bugünkü adıyla Süreyya Operasının tavanındaki ve duvarlarındaki freskleriyle ünlü çok özel bir yer olduğunu İstanbullular ve özellikle Kadıköy'lüler iyi bilir.
Bugün sizler için seçtiğim yedi siyasi film geniş bir yelpazeyi kapsıyor. İkisini ünlü yönetmen Steven Spielberg yönetmiş. Üçü Fransa, İngiltere ve Yunanistan'daki otokratik rejimleri eleştiren çarpıcı örnekler. Son iki film gay haklarını, basın özgürlüğünü ve şeffaflığı savunan Amerikan yapıtları.
Sıra yine eskiden yeniye doğru. Bulabildiğim en iyi YouTube videolarını ilişikte sunuyorum. Filmleri tüm olarak izlemek için bu işten anlayan çok sayıda gençten yardım isteyin.
Costa-Gavras'ın yönetmenliğini yaptığı Z Yunanistan'daki bir askeri darbe sonrasında yaşanan politik bir suikastı ve bu suikastın nasıl örtbas edilmeye çalışıldığını anlatır. Film iktidarın manipülasyon gücünü ve baskıcı rejimlerin adaleti nasıl çarpıttığını gözler önüne serer. Filmdeki kahramanlar ise sistemin yozlaşmasına karşı adalet arayışını temsil eder.
Filmden güç sahibi olanların kontrolsüz kaldığında toplumu nasıl manipüle edebileceğini ve adaletin her zaman peşinden koşulması gereken bir değer olduğunun bilincine varıyoruz. Film hukuk sisteminin siyasi baskılardan bağımsız ve tarafsız olması gerektiği mesajını güçlü bir şekilde veriyor.
Z yönetmen politik sinemanın dönüm noktalarından biri kabul edilen çarpıcı bir filmdir. Yunan yazar Vassilis Vassilikos’un aynı adlı romanından uyarlanan yapım otoriter bir hükümeti mercek altına alır. Z gerçek olaylardan esinlenerek siyasi yozlaşma, devlet şiddeti ve diktatörlüğe karşı direniş gibi konuları işleyerek evrensel bir özgürlük ve adalet arayışını yansıtır.
Filmin başrollerinde Yves Montand ve Jean-Louis Trintignant idealist bir muhalif ve adaleti arayan bir sorgu yargıcı olarak güçlü performanslar sergilerler. Trintignant’ın canlandırdığı karakter adaletsizlikle yüzleşirken baskıcı bir düzenin karşısında durmanın ne kadar zorlu olduğunu ortaya koyar. Costa-Gavras karakterlerin içsel çatışmalarını ve politik mücadelelerini büyük bir ustalıkla işler ve olayların şok edici gerçekçiliğini ortaya çıkarır.
Sinematografisinde kullanılan gerilim dolu atmosfer ve keskin montaj filmi neredeyse bir gerilim filmi gibi izlettirir. Mikis Theodorakis'in etkileyici müziği ise filmin ritmini ve duygusal derinliğini artırarak izleyiciyi olayların içine çeker.
Tam 251 dakika süren bu uzun filmi ABD'ye gittiğim ilk yıl olan 1972'de California Üniversitesinin Santa Barbara kampüsünün sinemasında izlediğimi ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Bize Mülkiye'de Fransız halkının yarısının işgalci Almanlarla iş birliği yaptığını öğretmemişlerdi. Filmde çok üzüntü ve az acıma buldum.
The Sorrow and the Pity yönetmen Marcel Ophuls tarafından çekilen ve II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Fransa'nın işbirlikçiliğini ve direnişini inceleyen belgesel sinemanın en güçlü ve etkileyici örneklerinden biridir. Film Alman işgali sırasında Fransa'nın Clermont-Ferrand kasabasında yaşananları, işbirlikçi Vichy hükümetinin uygulamalarını ve halkın savaş karşısındaki değişik tepkilerini konu alır. Belgesel savaş dönemi Fransa’sının sosyal, politik ve insani açmazlarını tüm gerçekçiliğiyle gözler önüne serer.
Film röportajlar, arşiv görüntüleri ve tanıklıklarla direnişçi kahramanlar kadar işbirlikçi vatandaşları da derinlemesine inceler. Ophuls, sıradan Fransız vatandaşlarından üst düzey yetkililere, direnişçilerin ailelerinden Nazi işgaline destek verenlere kadar geniş bir yelpazede bireylerle yapılan röportajlar aracılığıyla toplumun savaş boyunca nasıl şekillendiğini çok boyutlu bir bakış açısıyla yansıtır. Filmde yer alan tanıkların içten açıklamaları ve yüzleşmeleri belgeseli duygusal açıdan son derece yoğun ve etkileyici kılar.
The Sorrow and the Pity geleneksel savaş anlatılarını sorgulayan bir yapıya sahiptir. Fransızların direnişi bir kahramanlık destanı olarak yücelten anlatıların ötesine geçerek savaş sırasındaki ahlaki ikilemleri, insanların korkularını, zaaflarını ve fırsatçılıklarını cesurca ele alır.
Marcel Ophuls seyirciye savaşın iyi ve kötüden ibaret olmadığını, insanların ahlaki sınavlardan geçtiği zor bir dönem olduğunu hatırlatır. Bu anlamda belgesel savaşın yalnızca cephede değil, toplumun içinde yaşanan bir içsel savaş olduğunu güçlü bir biçimde anlatır.
Steven Spielberg’in Schindler's List filmi II. Dünya Savaşı sırasında bir Alman iş adamı olan Oskar Schindler’in, Yahudi soykırımına karşı direnişini anlatır. Film Schindler’in fabrikasında çalıştırdığı Yahudileri kurtarma çabasını ve bu süreçteki insani dönüşümünü gösterir.
Film gerçek bir hikâyeye dayanır ve Polonyalı Yahudileri Auschwitz toplama kampından kurtarmak için her şeyini riske atan Oskar Schindler’in hayatını konu alır. Oskar Schindler rolünde usta oyuncu Liam Neeson insanlık onurunun ve vicdanının ne kadar güçlü olabileceğini gösteren olağanüstü bir performans sergiler.
Thomas Keneally'nin aynı adlı romanından uyarlanan bu film siyah-beyaz çekimiyle dramatik etkisini daha da güçlendirir. Spielberg’in ustalığı sayesinde filmin her sahnesi tarihe derin bir yolculuk sunar ve izleyiciyi Yahudi soykırımının dehşetiyle yüzleştirir. Filmde kullanılan simgelerden biri olan kırmızı paltolu küçük kız sahnesi masumiyetin kayboluşunu ve savaşın acımasızlığını sembolize eder.
Schindler’in vicdani uyanışı ve yavaş yavaş Musevi işçilerini koruma amacına yönelmesi filmin en etkileyici unsurlarından biridir. Ralph Fiennes acımasız SS subayı Amon Göth rolünde insanlık dışı zulmü korkutucu bir gerçeklikle yansıtarak filmin karanlık tarafını daha da güçlendirir. John Williams’ın ödül kazanan müziği filmin dramatik yapısına derin bir duygu katarak izleyiciyi etkiler.
Schindler’s List soykırımın trajedisi ve insan onurunun gücü üzerine yapılmış en etkileyici filmlerden biridir. Film sadece sinematik bir başarı değil, aynı zamanda insanlığın geçmişte yaşadığı acıların unutulmaması için önemli bir hatırlatmadır.
James McTeigue'nin V for Vendetta filmi distopik bir gelecekte baskıcı bir hükümete karşı direnişi simgeler. Filmde V adlı gizemli bir karakter totaliter rejime karşı devrimci bir başkaldırının sembolü haline gelir. Film korku temelli yönetimlerin insanları nasıl kontrol altına aldığını ve bireylerin özgürlüğü için mücadele etmesi gerektiğini gösterir.
V for Vendetta Alan Moore ve David Lloyd’un aynı adlı çizgi romanından uyarlanan bir filmdir. Distopik bir gelecekte geçen film Londra’da baskıcı bir rejim altında yaşayan insanların özgürlüğü ve adaleti arayışını konu alır. Filmin baş kahramanı V adlı maskeli bir adamdır. V bir Guy Fawkes maskesi takarak hükümete karşı bir direniş başlatır ve halkı uyanışa davet eder. Anarşizmi, devrimci ruhu ve bireysel özgürlüğü savunan bu karakter toplum üzerinde derin bir etki bırakır ve sembol haline gelir.
Film karanlık bir atmosfer içinde adalet, özgürlük ve baskı gibi kavramları sorgular. Yönetmen Jams McTeigue senaryoda Wachowski kardeşlerin dokunuşuyla birlikte izleyiciyi etkileyici bir görsel dil ve güçlü diyaloglarla distopik bir dünyanın içine çeker. V’nin monologları ve “Halk devletten korkmamalı, devlet halktan korkmalı” gibi bilge sözleri filmi sadece bir aksiyon yapımı olmaktan çıkarıp ona felsefi bir derinlik kazandırır.
V for Vendetta bir kahramanlık hikâyesinden öte insanların zorbalık ve baskıya karşı bir araya gelmesinin gücünü anlatır. Filmde kullanılan Guy Fawkes maskesi günümüzde çeşitli toplumsal hareketlerin ve protestoların simgesi haline gelmiş ve özgürlük arayışının evrensel bir sembolü olmuştur. Film izleyicilere direnmenin, sorgulamanın ve adalet arayışının önemini hatırlatan çarpıcı bir yapımdır.
Gus Van Sant’ın yönettiği Milk Amerika’nın ilk açıkça eşcinsel politikacılarından Harvey Milk’in hayatını ve LGBT hakları için verdiği mücadeleyi konu alır. Film toplumun dışladığı bireyler için adalet ve eşitlik mücadelesinin önemini anlatır. Milk sadece LGBT bireylerin değil, tüm azınlıkların hakları için savaşır.
Sean Penn’in başrolde olağanüstü bir performans sergilediği film Harvey Milk'in azim dolu mücadelesine ve insan haklarına olan katkılarına bir saygı duruşu niteliğindedir.
Film 1970'lerin San Francisco'sunda geçer ve dönemin toplumsal atmosferini son derece etkileyici bir şekilde yansıtır. Harvey Milk toplumda dışlanmış bir kesimin sesi olmayı başarmış ve onların haklarını korumak için yorulmadan mücadele etmiş bir liderdir. Milk’in aktivist kimliği ve güçlü duruşu yalnızca LGBT+ topluluğu için değil, tüm insan hakları hareketleri için de ilham verici bir örnek sunar. Penn Milk’in yalnızca bir lider olarak değil, duygusal yönleriyle de içten bir portresini çizerek karaktere hayat verir.
Dustin Lance Black’in Oscar ödüllü senaryosu Milk’in yaşam öyküsünü ve politik kariyerini etkileyici bir anlatım tarzıyla ele alır. Milk aktivizm ve adalet arayışının toplumları nasıl dönüştürebileceğini gösteren, izleyiciyi düşündüren ve ona ilham veren bir başyapıttır.
Milattan önce 15 Mart 44'te 60 Romalı siyasetçinin kumpas kurması sonucu İmparator Julius Sezar sırtından hançerlendi ve son sözleri "sen de mi Brutus?" oldu. Gerçek ve sanal hayatta 15 Mart'ların sık sık tekrarlandığı, homo homini lupus (insan insanın kurdudur) atasözünün somutlaştığı günümüzün medeniyeti kalleşlik ve arkadan vurmak açısından 2068 yıl öncesine oranla doğrusu hiç değişmedi.
George Clooney’nin yönettiği The Ides of March Amerikan siyaset sahnesinde geçen politik entrikalarla dolu bir filmdir. Film genç bir idealist siyasetçinin politik oyunların kirli dünyasına adım atışını ve etik değerler ile güç arasındaki çatışmayı inceler. Politik stratejiler, medya manipülasyonu ve çıkar çatışmaları üzerinden ilerleyen film, siyaset dünyasında masumiyetin nasıl kaybedildiğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Gerilim dolu bir politik drama filmi olan The Ides of March Amerikan siyaset sahnesinin karanlık yüzünü ortaya koyar. Film Beau Willimon’un Farragut North adlı oyunundan uyarlanmıştır. Filmde Clooney politik entrikalar ve ahlaki ikilemlerle bezenmiş bir senaryo üzerinden idealizmin kayboluşunu ve iktidarın dönüştürücü etkisini etkileyici bir dille anlatır.
Başrolde idealist bir kampanya yöneticisi olan Stephen Meyers’i canlandıran Ryan Gosling genç bir siyasetçinin güç oyunları karşısında nasıl sarsıldığını ve iktidar yolunda nasıl bir değişim geçirdiğini çok iyi bir performansla sergiler. Gosling’in karakteri Ohio eyaletinde bir Demokrat başkan adayına danışmanlık yaparken hırs, ihanet ve ahlak eksenlerinde kendisiyle sert bir yüzleşme yaşar. George Clooney de başkan adayı Mike Morris olarak karizmatik ama gizemli bir performans sergileyerek karakterin idealist görünen yüzüyle ardındaki karanlık oyunları bir arada sunar.
Film siyasetin işleyişine ve iktidarın baştan çıkarıcı gücünü ele alır. Politik kampanya dünyasının perde arkasında dönen entrikalar, güç savaşları ve medya manipülasyonları izleyiciye iktidarın aslında nasıl çalıştığına dair düşündürücü bir perspektif sunar. Senaryo ahlak ile pragmatizm arasındaki çatışmaları işlerken insan doğasının zaaflarına ve politik dünyada masumiyetin nasıl kaybolduğuna ilişkin çarpıcı bir mesaj verir.
The Ides of March etkileyici performanslar ve zekice yazılmış diyaloglarıyla izleyiciyi siyasi entrikaların ve kişisel çatışmaların ortasına çeken, temposu yüksek bir yapımdır. Film, adalet ve ahlak gibi kavramları sorgularken, politik alanda idealizmin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne serer.
1971 yılında Daniel Ellsberg adlı ABD Savunma Bakanlığında çalışan bir sivil uzman ülkesinin Vietnam'daki askeri ve siyasi müdahalesini içeren gizli Pentagon Belgelerini çaldı ve New York Times'e ve Washington Post'a sızdırdı. Belgeler Johnson hükümetinin yalnızca kamuoyuna değil, Kongre'ye de sistematik olarak yalan söylediğini kanıtlıyordu. Örneğin savaşın Laos'a ve Kamboçya'ya yayıldığını ve tarlalara binlerce ton zehir bombası atıldığını bu belgeler sayesinde öğrendik.
Savaş karşıtı aydın Dr. Daniel Ellsberg'i Santa Barbara'daki okulumuza bir konuşma yapmak için davet edildiğinde tanımak ve en önde oturduğum için onunla ayak üstü biraz laflamak fırsatını buldum. Ona sorulan sorulardan ilki gizli belgeleri çalıp sızdıran birinin nasıl olup da dışarda kalabildiğiydi. Ellsberg özgürlüğünü şeffaflığı ve basın özgürlüğünü cansiperane savunan Harvard profesörü avukatına ve Savunma Bakanlığının inanılmaz bir biçimde kendisine ait tüm dinleme kayıtlarını kaybettiğini iddia etmesine bağladı.
Steven Spielberg’in The Post filmi gazetecilerin hükümetin gizli belgelerini ortaya çıkarması sürecinde yaşanan olayları konu alır ve Washington Post gazetesinin Pentagon Belgeleri'ni yayınlayarak Vietnam Savaşı’na dair gerçekleri halka açıklama sürecini anlatır. Film basının gücünü ve sorumluluğunu, hükümetin halktan sakladığı bilgilere karşı nasıl bir direnç gösterebileceğini işler.
The Post Amerikan gazeteciliğinin en cesur dönemlerinden birini konu alan olağanüstü bir politik drama filmidir. Başrollerinde Meryl Streep ve Tom Hanks’in oynadığı yapıt ifade özgürlüğün önemini ve basının halkın gerçeğe ulaşması için üstlenmesi gereken sorumluluğu etkileyici bir dille işler.
Meryl Streep Washington Post’un ilk kadın yayıncısı Katharine Graham olarak son derece nüanslı bir performans sergiler. Graham karakterinin özellikle erkeklerin egemen olduğu bir dünyada zorlu kararlar alarak gazetenin geleceğini riske atma cesaretini göstermesi izleyiciyi etkiler. Tom Hanks gazetenin baş editörü Ben Bradlee rolünde hem kararlı hem de adil bir gazeteciyi mükemmel bir şekilde canlandırır. Bu iki oyuncu basın özgürlüğü ve kamusal sorumluluk üzerine verilen büyük mücadeleyi güçlü performanslarıyla yüceltir.
Film gazeteciliğin gücüne dair güçlü bir mesaj verirken bir yandan da kadın liderliğinin önemini ve cesur duruşunu kutlar. Spielberg’in usta yönetimi sayesinde film yüksek tempolu bir gerilim havasında ilerler ve izleyiciye bir dedektif hikâyesi gibi sürükleyici bir deneyim sunar. Her ayrıntıda özenle işlenen sinematografi ve John Williams’ın müziği dönemin çalkantılı atmosferini etkileyici bir şekilde hissettirir.
The Post demokrasiyi korumanın zorluklarına ve basının halk adına verdiği mücadeleye dair önemli bir ders niteliğindedir. Film cesaretin, adaletin ve bağımsız medyanın toplumsal değişim yaratmadaki rolüne dair bir övgüdür. Spielberg’in olağanüstü anlatımını Streep ve Hanks’in etkileyici performanslarıyla birleştiren film herkesi düşündüren, özgürlüğün ve gerçeğin değerini yücelten bir sinema başyapıtıdır.
Mehmet Ali Çiçekdağ kimdir?Prof. Dr. Mehmet Ali Çiçekdağ İstanbul'da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesini ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. İki yıl Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde asistanlık yaptıktan sonra burslu olarak ABD'ye gitti. California Üniversitesi'nin Santa Barbara kampüsünde siyaset bilimi dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. 40 yıldan fazla ABD'de kalan Çiçekdağ çeşitli üniversitelerde Amerikan politikası, uluslararası ilişkiler ve mukayeseli devletler dersleri verdi. Çiçekdağ'ın ikinci uzmanlık alanı Yabancı Dil Eğitimi ve Dilbilimidir. Monterey Institute of International Studies'ten eğitim dalında ikinci bir M.A. aldı. Defense Language Institute'te Akademik Eğitim ve Geliştirme bölümünün başkanlığını ve Türkçe Bölümünün başkanlığını yaptı. 1980'lerde Boğaziçi Üniversitesinde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tam zamanlı öğretim üyeliği yapmış olan Çiçekdağ, bugünlerde aynı bölümde yarı zamanlı olarak Amerikan Politikası dersleri veriyor. T24'te siyaset ve müzik yazıları yazmayı seviyor. |
Güldürücü, eğlendirici, alay edici, absürt, düşündürücü, iç gıcıklayıcı, hicvedici, empati yaptırıcı, nostaljik, fiziksel, göbek hoplatıcı, gerdan kırdırıcı, kıvırtıcı, saçma, deli, akıl dışı, aptal…
Önünde bekleyecek bir kapı daha mı çıktı? Evde mi kaldık? Eksen kayması mı dengeleme mi? Tam bağımsızlık mı pastadan pay almak mı? Demokrasi mi otokrasi mi? Kurallara mı uymalı rüşvet mi vermeli? Sen-ben-bizim oğlan ahbap çavuş ekonomisi bize çok mu yabancı?
Baştan çıkarıcı, nefes kesici, ürpertici, neşelendirici, coşturucu, dertlendirici, heyecan verici, kışkırtıcı, teslim oldurucu, ilham verici…
© Tüm hakları saklıdır.