22 Eylül 2024

Siyasi film tavsiyelerim II

Sosyalizm incir zamanı incir yenmesidir, ama herkesin yemesidir; başımızı belaya sokan şeyler bilmediklerimiz değildir, bildiklerimizin yanlış olduğunun farkında olmamamızdır

Michael Moore

Siyasi filmler toplumların tarihsel dönemeçlerini, toplumsal mücadelelerini ve güç dengelerini anlamak için etkileyici birer araçtır. Bu filmlerden alınacak en önemli dersler hepimizin toplumsal ve siyasi sorumluluklarımızın farkına varmamız, adalet, özgürlük, eşitlik gibi değerlere sahip çıkmamızdır.

Siyasi entrikalar, direnişler, bağımsızlık mücadeleleri ve etik çatışmalar bize ilham verici örnekler sunar. Sinemanın bu güçlü dili bize sadece hikayeler sunmakla kalmaz, aynı zamanda bizi dünyaya daha eleştirel bir gözle bakmaya ve sorumluluk almaya teşvik eder.

Siyasi filmlerden güç sahibi olanların kontrolsüz kaldığında toplumu nasıl manipüle edebileceğini ve adaletin her zaman peşinden koşulması gereken bir değer olduğunu öğreniriz.

Özgürlük için verilen mücadelenin evrensel olduğunu ve bireylerin baskı ve korku karşısında bile seslerini yükseltebileceğini öğreniriz. Sembollerin ve fikirlerin nasıl bir halk hareketini tetikleyebileceğinin farkına varırız.

Bireylerin haklarını korumak ve toplumsal eşitliği sağlamak için aktif bir şekilde mücadele etmesi gerektiği mesajını alırız. Sivil haklar mücadelesinin sadece bireyler için değil, toplumun bütünlüğü ve sosyal adalet için ne kadar önemli olduğunun bilincine varırız.

La Commune Paris 1871 - Paris Komünü 1871 (2000)

Yönetmenliğini Peter Watkins'in yaptığı 5 saat 46 dakika süren La Commune (Paris 1871), Paris Komünü’nü olağanüstü bir biçimde ele alıyor.

Film devrimci ve ilerici idealleri savunan Komünarları merkeze alarak sıradan insanların özgürlük, eşitlik ve dayanışma mücadelesine odaklanıyor. Watkins özellikle işçi sınıfının ve ezilenlerin sesine yer veriyor, Paris sokaklarında direnen ve yeni bir düzen arayışında olan insanların hikâyesini anlatıyor. Bu bağlamda La Commune sadece tarihsel bir olayı canlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi düşündürüyor, günümüz dünyasıyla da köprüler kuruyor.

Film belgesel ve kurmaca arasında bir köprü kurarak seyircisini adeta olayın bir parçası yapıyor. Ekranda izlediğimiz karakterler adeta bir haber yayını formatında seslerini yükseltiyor ve Komün'ün temel sorunlarını, güncel medya yapısının adaletsizliklerini sorguluyor. Watkins’in yenilikçi ve gerçekçi sinema dili seyirciyi Paris Komünü’nün derinliklerine çekerken tarihsel olayların gücünü de tekrar hatırlatıyor.

La Commune (Paris 1871) sadece bir film değil, aynı zamanda bir direniş ve umut manifestosu niteliğinde. 1871’de yaşanan bu devrimci deneyim bugün bile kapitalist düzenin eleştirisini yapmamız gerektiğini hatırlatıyor.

An Inconvenient Truth - Uygunsuz Gerçek (2006)

2000 seçimlerinde başkanlığı kıl payı Bush’a kaptıran ABD eski Başkan Yardımcısı Al Gore aldığı yenilgiden sonra tüm mücadelesini küresel ısınmanın yarattığı tehlikeler konusunda dünya insanlarını bilinçlendirmek ve bu tehlikeye topyekûn bir dur diyebilmek için verdi. Al Gore’un kişisel portresinin de çizildiği filmin en önemli amacı gerçekleri insanların önüne çok geç olmadan koyabilmekti.

An Inconvenient Truth çevre sorunlarına dair farkındalığı artıran güçlü bir belgeseldir. Yönetmenliğini Davis Guggenheim’ın yaptığı bu film iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini detaylı bir biçimde ele alırken Al Gore’un anlatımıyla izleyiciyi bilinçlendirme çabası gösteriyor. Film yalnızca küresel ısınmanın bilimsel gerçeklerine dayanmıyor, aynı zamanda bu krizin insanlık üzerindeki sonuçlarını da etkileyici bir şekilde aktarıyor.

An Inconvenient Truth küresel ısınma konusunda hazırlanan en etkili yapımlardan biri olarak dikkat çekiyor. Al Gore sade ve anlaşılır bir dille bilimsel verileri açıklarken gezegenimizin karşı karşıya olduğu tehlikeleri güçlü bir görsellikle ortaya koyuyor. Film özellikle buzulların erimesi, deniz seviyelerinin yükselmesi ve aşırı hava olaylarının artışı gibi küresel ısınmanın belirgin sonuçlarını gözler önüne seriyor. Görsellerin ve grafiklerin etkileyici kullanımı izleyiciyi adeta bir uyanışa sürüklüyor.

Belgeselin en önemli yönlerinden biri karmaşık çevre sorunlarını basitleştirerek geniş bir kitleye ulaşabilmesi. An Inconvenient Truth yalnızca çevre bilimcilere veya politika yapıcılara hitap etmiyor, sıradan izleyiciyi de küresel ısınmanın ciddiyeti konusunda bilinçlendirmeyi başarıyor. Bu da filmi sadece bilimsel bir belge olmaktan çıkarıp kitlesel bir harekete geçirme aracı haline getiriyor.

Al Gore’un kişisel hikâyesi de filmde önemli bir yer tutuyor. Gore’un iklim değişikliği konusunda verdiği mücadele ve yıllardır bu konuda yaptığı çalışmalar belgeselin duygusal derinliğini artırıyor. İzleyici Gore’un kişisel kararlılığı ve idealizmi ile daha da motive oluyor. Gore’un samimi yaklaşımı filmi bir öğretim aracından öteye taşıyarak küresel bir sorun karşısında bireysel çabaların ne kadar önemli olduğunu vurguluyor.

Filmin dünya çapında yarattığı etki tartışılmaz. An Inconvenient Truth küresel iklim hareketine büyük bir ivme kazandırdı ve milyonlarca insanın çevreye duyarlı hale gelmesine katkıda bulundu. Film 2007 yılında Oscar kazandı ve Al Gore’a Nobel Barış Ödülü getiren süreçte önemli bir rol oynadı. Küresel ısınma konusunda daha ciddi ve somut adımlar atılması gerektiğini her izleyiciye açık bir şekilde anlatan bu belgesel çevre konularına ilgisiz kalanların bile dikkatini çekmeyi başardı.

ABD eski Başkan Yardımcısı Al Gore

Beynelmilel (2006)

 

 

 

Beynelmilel yönetmenliğini Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem Gülmez'in yaptığı Türkiye sinemasının unutulmaz yapıtları arasında yer alan bir filmdir. 1980 askeri darbesinin sert atmosferini Anadolu'nun bir kasabasında yaşayan sıradan insanların gözünden anlatan Beynelmilel dramı ve komediyi ustalıkla harmanlayarak izleyiciyi hem güldürür hem de düşündürür.

Filmin merkezinde kasabanın halk müziği çalgıcılarının askeri düzenle başa çıkma çabaları yer alır. Kasabadaki askeri yönetim halka “uygar” bir imaj vermek için yerel bir bandonun Batı müziği çalmasını ister. Ancak halk müziğine aşina olan bu amatör müzisyenlerin Batı müziğiyle komik bir şekilde baş edememesi filme eğlenceli ve trajikomik bir hava katar. Bu durum aslında Türkiye’nin Batı ile Doğu arasında sıkışmışlığını simgeler ve bu ikilem filmin hicivli bir eleştiri sunmasına yardımcı olur.

Filmin en etkileyici yönlerinden biri darbenin etkilerini ironik bir dille ele almasıdır. Askeri baskı, sansür ve yasakların kasaba halkının gündelik yaşamında nasıl absürt bir hale geldiği, filmin mizahını besleyen ana kaynaklardan biridir. Ancak bu mizah gerçekliğin acı yönlerini göz ardı etmez, aksine filmin komik anları askeri yönetimin yarattığı baskının saçmalığını daha çarpıcı hale getirir.

Ayrıca filmin müzikleri de övgüyü hak eder. Erkan Oğur’un müzikleri hem dönemin ruhunu yansıtır hem de filmin atmosferini destekler. Hem yerel müziklerle hem de Batı müziğiyle kurulan çatışma karakterlerin yaşadığı kültürel çatışmayı da yansıtır.

Beynelmilel Türkiye'nin yakın tarihine samimi ve mizahi bir bakış sunarken yerel ve evrensel temaları ustalıkla bir araya getiren bir film olarak izleyiciyi etkiler. Film dönemin politik atmosferini başarıyla yansıtırken mizahı ve dramı dengeli bir şekilde sunmasıyla da Türk sinemasının başyapıtları arasında yerini alır.

Capitalism: A Love Story - Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi (2009), Türkçe altyazılı

 

Michael Moore’un 2009 yapımı belgesel filmi Capitalism: A Love Story kapitalizmin karanlık yüzünü açığa çıkarmada cesur ve etkileyici bir yapım olarak öne çıkıyor. Moore her zamanki özgün tarzıyla ABD'deki ekonomik sistemi sert bir şekilde eleştirirken bu sistemin sıradan vatandaşlar üzerindeki olumsuz etkilerini inceliyor. Toplumsal adaletsizlikleri, kurumsal açgözlülüğü ve ekonomik eşitsizliği gözler önüne seren bu belgesel izleyiciye hem düşündürücü hem de rahatsız edici bir bakış sunuyor.

Film, 2007’de ABD'deki Mortgage krizinin ardından finansal sistemin nasıl çöktüğünü ve bu çöküşten en fazla zarar görenlerin orta ve alt sınıftan insanlar olduğunu gözler önüne seriyor. Moore, büyük bankaların kurtarılması, hükümetin büyük şirketlerle olan ilişkisi ve bu süreçteki ahlaki çöküş üzerine keskin bir eleştiri sunuyor. Film, ekonomik sistemin neden bazı kesimler için sürekli kazanç sağlarken, milyonlarca insanı yoksulluğa sürüklediğini sorguluyor.

Capitalism: A Love Story Michael Moore’un belgeselcilikteki ustalığını bir kez daha gösteriyor. Moore filmde kullanılan arşiv görüntüleri, röportajlar ve çarpıcı hikayelerle izleyiciyi kapitalizmin ne kadar dengesiz ve acımasız olabileceğine dair güçlü bir anlatıya davet ediyor. Onun tarzı hem provokatif hem de samimi. Moore kapitalizmin yalnızca ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda insanların hayatları üzerinde doğrudan etkileri olan bir ideoloji olduğunu vurguluyor. Belgesel boyunca izleyicinin empati kurmasını sağlayan kişisel hikayeler ve sistemin kurbanı olan insanların trajedileri anlatıyı daha da derinleştiriyor.

Film özellikle ekonomik krizin etkilerini ve ABD hükümetinin dev bankaları kurtarma operasyonunu sert bir şekilde eleştiriyor. Moore kapitalizmin temelinde yatan adaletsizlikleri ve bu adaletsizliklerin toplumun geniş kesimlerinde nasıl yankı bulduğunu sorguluyor. Bankaların açgözlülüğünün sıradan vatandaşların birikimlerini ve hayatlarını nasıl mahvettiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

Capitalism: A Love Story sadece kapitalizmin eleştirisini yapmakla kalmıyor, aynı zamanda alternatif bir toplumsal düzen arayışını da gündeme getiriyor. Moore kapitalizmin yerini alabilecek daha adil bir sistemin mümkün olduğunu savunurken sosyal adaletin ve insani değerlerin daha önde olduğu bir ekonomik düzenin gerekliliğine işaret ediyor. Bu bağlamda film sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda toplumsal değişim için bir çağrı niteliği taşıyor.

Michael Moore’un belgeselci olarak yeteneği karmaşık ekonomik meseleleri anlaşılır ve erişilebilir bir şekilde sunmasında yatıyor. Capitalism: A Love Story herkesin anlayabileceği bir dille sistemin en büyük sorunlarını gözler önüne seriyor. Film boyunca mizahi unsurlar da kullanılarak ağır ve karamsar konular hafifletiliyor, böylece izleyiciyi sıkmadan düşündürüyor. Moore’un keskin mizah anlayışı ve ironik bakış açısı kapitalizmin absürt yönlerini ortaya çıkararak bizi hem güldürüyor hem de rahatsız ediyor.

The Dictator - Diktatör (2012)

Herkesi ve her şeyi eleştiren keskin zekalı İngiliz komedyen Sacha Baron Cohen’in başrolünde olduğu The Dictator politik hiciv türünde cesur bir komedi filmi olarak karşımıza çıkıyor. Larry Charles’ın yönetmenliğinde çekilen bu film izleyicileri kahkahaya boğuyor, aynı zamanda modern diktatörlükler ve Batı'nın bu rejimlerle olan ilişkisi hakkında önemli sorular sorduruyor. Film keskin bir mizah anlayışı ve absürt olay örgüsüyle totaliter rejimlerin iç yüzünü parodileştiriyor.

Film Kuzey Afrika’nın kurgusal ülkesi Wadiya’nın acımasız ve egosantrik diktatörü General Aladeen'in (Cohen) hikayesini anlatıyor. Aladeen Batı dünyasının diktatör stereotiplerinin hepsini üzerinde toplayan, kendi halkını baskı altında tutan, şatafatlı bir hayat yaşayan ve mutlak güç arzusuyla hareket eden bir liderdir. Filmdeki olaylar Aladeen'in ABD'ye yaptığı bir ziyaret sırasında bir komploya kurban gitmesi ve kimliğini kaybetmesiyle daha da komik bir hâl alır. Film bu süreçte Aladeen'in Amerika'daki yaşam mücadelesini ve diktatörlükten demokrasiye geçişin absürt yönlerini komik bir dille işler.

Sacha Baron Cohen’in karakter yaratma yeteneği filmde bir kez daha parlıyor. Cohen Aladeen karakterini çarpıcı bir şekilde canlandırarak hem nefret edilesi bir diktatör hem de izleyiciyi güldüren bir anti-kahraman yaratıyor. Onun absürt, narsist ve ölçüsüz davranışları, filmin komedi unsurlarını öne çıkarırken izleyiciyi bu karakterle bağ kurmaya teşvik ediyor.

The Dictator sadece güldürmekle kalmıyor, aynı zamanda global siyasete dair zekice bir eleştiri sunuyor. Film Batı’nın diktatörlüklerle olan ilişkisini, insan hakları ihlallerine karşı gösterilen ikiyüzlülüğü ve dünya politikalarının karmaşık çıkar ilişkilerini mizah yoluyla masaya yatırıyor. Aladeen’in Amerikan demokrasisiyle yüzleşmesi ve bu süreçte yaşadığı kültür şoku, Batı ve Doğu arasındaki farkları ele alan ince esprilerle izleyicinin dikkatini çekiyor.

The Death of Stalin - Stalin'in Ölümü (2017)

70'li yaşlarının ortasındaki Sovyetler Birliği lideri Joseph Stalin'in sağlığı gayet yerindedir. Paranoyak yapısı ile düşmanlarına kök söktürmeye, acımasızlığı ile en yakınlarının bile gözünü korkutmaya devam etmektedir. Yirmi milyon insanın ölümüne sebep olmuş bir diktatör olarak hala tüm gücü elinde bulundurmaktadır. Ta ki bir sabah çalışma odasında ölü bulunana dek. Diktatörün ölümünün ardından otuz yıl demir yumrukla yönetilen ülkenin içine düştüğü kaos kimileri için ise bir fırsat anlamına gelmektedir. Stalin'in çevresindeki yalakalar bir anda iktidar yarışına girişir.

Armando Iannucci’nin yönetmenliğindeki The Death of Stalin tarihsel olayları kara mizahla harmanlayan ustaca yapılmış bir politik hiciv filmi olarak öne çıkıyor. Sovyet lideri Joseph Stalin’in ölümünden sonraki iktidar mücadelesini merkezine alan film, trajedi ile komediyi mükemmel bir denge içinde sunarak izleyiciyi güldürürken aynı zamanda düşündürüyor. Filmin zekice yazılmış senaryosu, güçlü oyunculuk performansları ve tarihsel gerçeklere getirdiği ironik bakış açısı onu son yılların en etkileyici komedi yapımlarından biri haline getiriyor.

İnsanlık tarihinin en güçlü ve acımasız liderlerinden biri olan Stalin’in ölümüyle birlikte Komünist Parti’nin yüksek kademelerinde kaos baş gösterir. Filmdeki karakterler Stalin'in korkunç rejimi altında hayatta kalmaya çalışan iktidar sahipleri olarak sunuluyor, fakat bu güç savaşında yaşanan olaylar absürtlüğe ve kara mizaha dönüşüyor.

The Death of Stalin siyasetin çirkin yüzünü ve insan doğasının hırslarını sergiliyor, politik sahneleri absürt bir komediye dönüştürerek totaliter rejimlerin içindeki saçmalıkları açıkça gözler önüne seriyor. Örneğin hepsi hapislerde ve sürgünde olduğu için Stalin’i tedavi edecek doktor bulunamıyor. Filmdeki diyaloglar hızlı, zekice ve keskin, karakterler ise trajikomik. Iannucci baskıcı liderlerin ve etrafındaki dalkavukların aslında ne kadar kırılgan ve komik olabileceğini gösteriyor.

Oyuncu kadrosu filmin en büyük artılarından biri. Steve Buscemi’nin Nikita Kruşçev rolündeki performansı filmin merkezindeki en güçlü oyunculuklardan biri olarak öne çıkıyor. Buscemi, Kruşçev’in hırslı ama aynı zamanda saf tarafını mükemmel bir dengeyle canlandırıyor. Simon Russell Beale ise Stalin’in sadist gizli polis şefi Lavrenti Beria rolünde etkileyici bir performans sergiliyor, Beria’nın korkutucu doğasını komedi unsurlarıyla birleştirerek unutulmaz bir karakter yaratıyor.

Yazımı bir Kruşçev fıkrasıyla bitirmek isterim.

Stalin 1953’te ölmüş. Sadık yardımcısı Kruşçev’in dizginleri ele geçirmesi oldukça uzun zaman almış. Üç yıl sonra ülkedeki tüm komünist liderleri toplamış, başlamış Stalin’e saydırmaya. Öyle kötüydü, şöyle katildi falan. Arkalardan bir ses duyulmuş, “Peki sen o zaman neredeydin?” Kruşçev çok kızmış, “Kim söyledi onu?” diye kükremiş. Tabii hiç kimse ortaya çıkmamış. “İşte yoldaşlar” demiş Kruşçev, “Ben oradaydım.

Mehmet Ali Çiçekdağ kimdir?

Prof. Dr. Mehmet Ali Çiçekdağ İstanbul'da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesini ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. İki yıl Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde asistanlık yaptıktan sonra burslu olarak ABD'ye gitti. California Üniversitesi'nin Santa Barbara kampüsünde siyaset bilimi dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. 40 yıldan fazla ABD'de kalan Çiçekdağ çeşitli üniversitelerde Amerikan politikası, uluslararası ilişkiler ve mukayeseli devletler dersleri verdi.

Çiçekdağ'ın ikinci uzmanlık alanı Yabancı Dil Eğitimi ve Dilbilimidir. Monterey Institute of International Studies'ten eğitim dalında ikinci bir M.A. aldı. Defense Language Institute'te Akademik Eğitim ve Geliştirme bölümünün başkanlığını ve Türkçe Bölümünün başkanlığını yaptı.

1980'lerde Boğaziçi Üniversitesinde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tam zamanlı öğretim üyeliği yapmış olan Çiçekdağ, bugünlerde aynı bölümde yarı zamanlı olarak Amerikan Politikası dersleri veriyor. T24'te siyaset ve müzik yazıları yazmayı seviyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Komedi filmi tavsiyelerim II

Yapımcılar (1967); Uçak (1980); Hayalet Avcıları (1984); Wanda Adında Bir Balık (1988); Büyük Lebowski (1998); Nerdesin Be Birader? (2000); Büyük Budapeşte Oteli (2014)

Güney Kore'deki kısa ömürlü başkan darbesinin perde arkası

Askeri sokağa bir Dior çanta mı indirdi? Muhalefete çamur: Devlet karşıtı ve Kuzey Kore yanlısı

Eksantrik devlet düşmanı Arjantin Başkanı Javier Milei'in yıl sonu karnesi

Ekonomi: C+, Sosyal politika: F, Siyasi liderlik: B, Uluslararası ilişkiler: B, Çevre ve enerji politikaları: D. Bir Hitler değil ama kendi bindiği dalı kesen artist Mussolini

"
"