Günlerdir bir kabusun içindeyiz. Günlerdir hayatımızın nasıl mahvedildiğini, geleceğimizin nasıl karartıldığını televizyon ekranlarından izliyoruz. Gazetelerden okuyoruz.
Suruç’ta katledilen çoğu üniversite öğrencisi 31 gencin cenazeleri kalkmadan bombalar patlamaya başladı. Ve her şey birden tersine döndü… Her şey birden yıllar öncesine… Basılan onlarca ev ve kurum gözaltına alınan yüzlerce insan ve bombalanan dağlar…
Her şey dondu…
Her şey yıllar öncesine döndü… Gazete manşetleri… Televizyon spikerleri… Ve nicedir işsiz kalan ‘terör uzmanları’…
Üç yıl boyunca silahlar sustu... Bir rahatlık, bir umut yeşerdi anaların yüreğinde bir "belki..." Umutlandık hepimiz, güzel şeydi çünkü umut. 'Bu defa' dedik, 'belki bu defa olabilir'. Belki bu defa bu kara inat kırılır. Belki bu defa evlatların topraktan, bayraktan daha değerli bir şey olduğu düşünülebilir.
Ama olmadı, olamadı, oldurulmadı. Ne için? Sanılmasın ki bahsedildiği gibi ‘devletin güvenliği için. Kamu yararı için… Sanılmasın ki öldürülen polisler için… Devletin güvenliği ile ilgili 6 ay ya da bir yıl öncesinden farklı bir durum yoktu. Kamu güvenliğini tehdit eden tek güç Suruç’ta çoğu üniversite öğrencisi parça parça eden IŞİD’di… Ve onları bu ülke topraklarına kimin soktuğu, o sınırlardan nasıl geçtiği, kimin beslediği, kimin desteklediği biliniyordu…
IŞİD’le mücadele diye başlatılan operasyon devrimci demokratlara, sendikalar ve çözümü tartıştığı Kürtlere döndü… ‘Demokratik seçimle’ kaybedenler ülkeyi kan gölüne, yangın yerine çevirmek suretiyle yeniden iktidarı almaya çalışıyor. Bu uğurda kimin yaşayıp öleceğinin onlar için bir önemi yok… Saltanat için her yol mübah…
Şimdi silahlar konuşuyor…
Ve bazıları silahlar konuştuğunda neler olduğunu unutmuş gibi… Çözüm süreci ile ilgili güzellemeler yapanlar, “yeter artık çocuklar ölmesin” diyenler şimdi rüzgarın yönü değiştiği için savaş naraları atıyor…
Ama unuttukları bir şey var. Savaş bağırmaktan çok daha fazla can yakan ve ‘nara’dan çok daha kuvvetli bir şeydir.
Silahlar konuşunca umutlar azalır, mayınların, bombaların patladığı yerde düşlere, hayallere ayrılacak yer kalmaz. Çünkü bomba düşten daha gerçektir.
Silahlar konuşunca anaların gözlerinde yaş donar, yüreklerinde dinmeyen bir acı kalır.
Silahlar konuşunca her şey yarım kalır. Sevmek, gülmek, büyümek... Hayat hep seferi yaşanır.
Silahlar konuşunca insanlar ölür...
Duvarlara asılan çerçeveli resimler çoğalır…
Ve o resimler sadece sizin nefret ettiklerinizin evine asılmaz. O cenazeler sadece sizin nefret ettiklerinizin evinin önünden kalkmaz…
Evet savaşta tabutlar önce ilk önce yoksul mahallelere girer. Yoksul evlerin duvarlarına asılır genç resimler. Yoksul evlerden feryatlar yükselir. Ama savaş şiddeti artan eninde sonunda herkesi etkileyecek, kayba uğratacak olan top yekün bir mücadeledir. Öyle bir gün gelir ki yüksek güvenlikli binalar artık korumaz olur.
Bir gün gelir herkesin canı yanar...
Televizyondan izleyip yemek yemeğe devam ettiğin o cenazeler gün gelir sizin kapınızın önünden kalkar.
O zaman her Türk’ün asker değil bebek doğduğu, vatanın bölünmediği ama "şehitlerin" öldüğü fark edilir.
Silahlar konuşmaya, bombalar patlamaya başladığında kimi nerede bulacağı belli olmaz. O silahlar senin evinin önünde, senin serinlediğin havuzun başında da patlayabilir. Anlayacağın biz sen bile bu nefret diline rağmen sen bile ölme diye feryat ediyoruz. Çünkü savaş televizyondan izlenen veya bilgisayar oyunu gibi bir şey değildir. Tabut sandığından çok daha ağır bir şeydir… Genç yaşta ölüme gidenlerin tabutlarını taşımaktan yorulduk biz. Çok üzüldük.. Yorulduk… Bıktık…
Üzerine yağdırılan bombalara rağmen Kürt halkı hala barış istiyor. Savaşın bir tarafı barış istiyor. Ölmekten korktuğu için değil… Namluların üzerine yürümekten de bombaların altında yaşamaktan da korkmuyorlar. Kürtler ölmeye alışkın… Onların canı sanıldığı kadar ‘tatlı’ değil… Her Allahın günü ölecekmiş gibi yaşamayı bu devlet onlara öğretti çünkü. Parça parça ettiğiniz çocuklarını ellerine verdiğiniz bir halk hala barış istiyorsa, parça parça ölülerini katırlara yükleyip taşıyan bir halk barışta ısrar ediyorsa kimin kanla beslendiği sorusunun yanıtı ortadadır.
Kürtlerin kaybedecek bir şeyi yok…
Ya nerede tatil yapacağını planlayan Türkler?
Ya bir gözü dolar kurunda bir gözü hisse senedi olanlar?
Ya sırça köşklerinde yaşayanlar?
Bu savaş ölmekle bitmeyecek. En çok Kürtler öldü ve hala ölüyor. Gerilla cenazelerinden sonra sizin evleriniz taşlanmıyorsa az öldükleri ya da evlatlarını sizin evlatlarınızdan daha az sevdikleri için değil; gerçekten barış istedikleri içindir. Yani sizin acınız daha büyük değil onların acısından onların ki tevekkül…
Davutoğlu operasyonun başladığı günlerde yaptığı açıklamada “Kimse Türkiye Cumhuriyeti devletine ve milletimize tehdit dili kullanmasın. Tehdit eden mukabelesini görür. Rüzgar eken, fırtına biçer. Kamu düzenini bir kez tehdit ettiklerinde, onların tehdit için kullandıkları maşalar ya da aldatılmış bazı çevrelere değil, doğrudan bu tehdidi oluşturan merkeze gerekli cevabı veririz. Onun için herkesin aklını başına alma günü gelmiştir" diyordu.
Evet rüzgar eken fırtına biçer…
Öldürmekle bitiremediğiniz bir halkı tekrar öldürmek için silah kuşanıyorsanız, fırtına değil hortum biçeceksiniz demektir. Ve o hortumda sizin de evlerinizin çatılarının uçması kaçınılmazdır…
Tüm bu savaş naralarına rağmen ısrarla, inatla ve kararlılıkla, saraya, saltanata karşı savaşa karşı daha yüksek ses çıkarmak zorundayız. Hiç kimsenin evinden cenazeler çıkmasın diye… Yani evet herkesin aklını başına alma günü geldi…