Birkaç gündür kendimi haysiyet ve hassasiyet kavramlarını düşünür buluyorum. Ekmek kuyruklarında bekleyen insanları gördükçe…
Çöplerde yiyecek arayanların haberlerine denk geldikçe…
Üç kuruş emekli maaşını almak için soğukta bankamatik kuyruklarında bekleşenlere baktıkça…
İntihar haberlerini okudukça…
Okula gitmesi gereken çocukların boyu kendinden büyük kağıt toplama arabalarını çektiklerini gördükçe…
Pazar yerlerine hava karardıktan sonra ellerinde torbalarla usu usul giden teyzeleri izledikçe…
Yarım porsiyon çorba ile karnını doyurmaya çalışan insanlara rastladıkça.
Markette tarttırdığı ürünün fiyatını öğrenince almaktan vazgeçenlere tanık oldukça…
Yukarıda yazdıklarıma hepiniz tanık oluyorsunuz biliyorum. Görmemiş gibi yapıyoruz, duymamış gibi, fark etmemiş gibi…
Nerede bir yoksulluk bir çaresizlik görsek gözlerimizi kaçırmaya çalışıyoruz. Yaşayanın haysiyeti ve hassasiyeti için… Malum biz yoksulluğundan utandığı kadar yoksulluğunu sorgulamayan bir ülkenin insanlarıyız.
İnsanlar bu yüzden yokluğunu, yoksulluğunu hâlâ gizleye saklaya yaşamaya çalışıyor. Fırından bayat ekmek alırken tanıdık birilerine denk gelmemeye uğraşıyor. Bakkala borç yazdırırken gözlerini kaçırıyor. Çöpleri karıştırırken arkasını dönüyor. Patronundan avans isterken başını öne eğiyor. Lokantada "az çorba" isterken mutlaka tok olduğunu ekliyor. Parası denkleşmediğinde "bozuk yok" diyor.
Biz de o yokluğu, yoksulluğu görmüyormuş gibi yaşıyoruz… Hassasiyet göstererek yaşayanın haysiyetini koruduğumuzu düşünüyoruz. Onun yaşayabileceği mahcubiyeti kendi omuzlarımıza yüklediğimizi düşünüyoruz. Öyle olmuyor halbuki. O gizledikçe biz görmezden geldikçe azalmıyor yokluk da yoksulluk da… Ve bu günlerde ne kadar bakmamaya çalışsak da her gün "açım", "geçinemiyorum" diyen bir ya da birkaç kişinin fotoğrafı ya da görüntüsü ile karşılaşıyoruz. Her gün birkaç kişi yokluğunu, yoksulluğunu artık gizlemeden fakat yine mahcup, yine boynu bükük anlatıyor. Her ne kadar saklansak da kapımızın önünden birileri aç olduğunu bağırarak geçiyor.
Bundan yaklaşık bir yıl önce T24 için "Açlığı konuşmamız lazım" yazısında Derin Yoksulluk Ağı'nın yaptığı araştırmadan bahsetmiştim.
Bundan bir yıl evvel 100 kişiden 39'u temiz içme suyuna erişemiyordu, 5 hanenin 1'inde çamaşır makinesi, 10 hanenin 1'inde buzdolabı yoktu. 100 kişinin 14'ü gıdaya hiç erişemiyordu, yüzde 49'u belirli besin gruplarına ulaşamıyordu. Yüz kişiden 74'ü bebeklerine bez ve mama alamıyor, yüzde 65'i maske ve kolonyaya erişemiyordu. Bu oranların ne kadar yükseldiğini tahmin etmek için yeniden bir araştırma yapmaya gerek yok. Neler yaşadığımızı kendi cüzdanlarımızdan, ödemekte zorlandığımız faturalardan biliyoruz.
Vatan bölündü!
Bu ülkenin en büyük hassasiyetlerinden biri olan "vatan" açlıkla, yoklukla, yoksullukla bölündü. Okula gitmesi gerekirken son model arabaların camlarını silmeye çalışan çocuklarla o arabanın içindekiler aynı değil. Elektrik kesildiği için ölen Yunus Emre artık bu vatanda yaşamıyor. Son günlerini huzur içinde geçirmek yerine ekmek kuyruklarında bekleyen emekli kendini bu vatanın "aziz yurttaşı" olarak göremiyor. Işıltılı gökdelenlerle, tek göz odalı karanlık evler böldü vatanı. Işıltılı kocaman masalarla, kuru ekmeğin paylaşıldığı sofralarla ayrıldık. Geçilmeyen köprülere, gidilmeyen havalimanlarına ödenen vergilerle bölünüyor vatan. Ve bu bölünme her geçen gün daha fazla artıyor. Bıçak kemiğe bunca dayanmışken insanların susması biraz tevekkülden biraz da haysiyetten…
Çocukların kemiklerinin açlıktan erdiği, annelerinin bebeklerini mama yerine şekerli su ile beslediği, insanların açlıktan intihar ettiği yerde haysiyet ve hassasiyet artık siyasetçilerin sorunudur. Ve bu haysiyet "inşallah veya maşallah" ile geri kazanılmaz. Vatanın bütünlüğü ve bölünmezliği topraklarında evlatları aç gezmediğinde konuşulabilir, açlıktan kırıldığında değil.
Gerçekten açlığı konuşup haysiyet ve hassasiyeti yeniden kazanma vaktimiz gelmedi mi?