23 Ekim 2022

Bana adaleti sormayın

Hayat Seni Çok Seviyorum 18-19 Kasım'da Moda sahnesinde tekrar oynanacak. "Oynanacak" derken bile yanlış mı söylüyorum acaba kaygım iyi bir oyun olmadığı duygusundan değil. Bir hayatı izlediğimden… 

Akıllı telefonların, sosyal medyanın, internet ve ağ teknolojilerinin olduğu bir çağda biri hakkında bilgi edinmek de çok kolay biriyle tanış olmak da. Her şey ama her şey parmaklarınızın ucunda. Birine sevgi sözcükleri yazıp yollamak, içini dökmek ya da kahırlı sözler ettikten sonra duyurmak için yapmanız geren tek şey gönder tuşuna basmak. Posta kutularımıza sadece faturalar bırakılıyor ve "posta kutusu" denildiğinde aklımıza gelen ilk şey mail hesabımız oluyor. Görüntülü arama, ses kaydı gönderme video konferans yapma, herhangi bir yerden görüntülü yayın yapmak hepsi mümkün… Yeni sansür yasası ile neyi ne kadar yapabileceğimiz ve sonucunda neler olabileceği başkalarının parmaklarının ucunda olsa bile…

Ve fakat bütün bu teknolojinin, yeniliklerin giremediği bir yer var; hapishaneler. Ki zaten bunun için varlar. İçerideki sesini, kendini bir müddet duyuramasın diye… Buna rağmen parmaklıkları, yüksek duvarları, kilitleri aşan sözler duyabiliyoruz. Eğer içerdekinin hayatla bir derdi varsa. İlhan Sami Çomak onlardan biri. 1994 yılında gözaltına alınıp tutuklanan Çomak tam 28 yıldır cezaevinde. İtirafçı ifadeleriyle delilsiz biçimde müebbet hapse mahkûm edildi. Hem de üç kere… Kendi deyimiyle "dönüp dönüp" müebbetler aldı.

5 değil, 10, 15 hatta 20 bile değil tam 28 yıl… Neredeyse ortalama bir insan örünün yarısından fazla bir zamandan bahsediyorum. Bu arada İlhan Sami Çomak cezaevinde 10 kitap yazdı. Ödüller aldı. Şiirleri ve kitapları farklı dillere çevrildi. İlhan Sami Çomak'a dair şimdiye kadar yazdıklarım pek çoğumuzun diyemesem bile hapishanelere, hak ve özgürlüklere ya da edebiyata duyarlı olanların bildiği şeyler. Ya daha fazlası?

Kimdi gerçekten İlhan Sami Çomak? Bu hayatı nasıl yaşamıştı? Bir okurken, çalışırken, sever, sevişir, yas tutar, dert eder, güler, eğlenir, gezer ve anılar biriktirirken o neler yapmıştı? Neye nasıl tutunmuştu? Nasıl dayanmıştı? Ve bunun adı aslında dayanmak mıydı? Hapishaneler pek çoğumuz için bize uzak ve kasvetli yerlerdir. Türk filmlerinde gördüğümüz kadarıyla volta atılır, ranza üstünde saz çalınır ve kederli kederli gün sayılır. Birkaç evvel hangi arkadaşlarınızla ne konuştuğunuzu hatırlamazken, vapura en son 28 yıl evvel binmiş birinin vapur düdüğünü hatırlamasını bekler misiniz? Sarayburnu'nun uygunsuz çıkıntısını, martıların arsız talepkârlığını, büyük mantarları, ilk kardelenleri, derenin gizlemeye, oyuna imkân veren oyuklarını, yaban meyvelerinin eşsiz tadını?... Olabiliyor… Zor ama insan bunu yapabiliyor. İlhan Sami Çomak 28 yıl boyunca her anını, her anısını dipdiri tutmuş. İçini şiire dökmüş, yazarak duvarlara, tel örgülere, yalnızlıklara meydan okumuş… Kendini iyi ederken başkalarını da şiirleriyle yarasından öpmüş…

Sonra … Sonra bir gün başka bir şey olmuş. Çomak'ın mahpusluğunu dert edinen Kemal Aydoğan bu adaletsizliği tiyatro perdesinde göstermek istemiş. "Bu adaletsizliği, bu problemi göstermek istedik" diyor. Benim geçen hafta izlediğim prömiyeri Eylül ayında yapılan "Hayata Seni Çok Seviyorum" İlhan Sami Çomak'ın çocukluğundan itibaren hayatını anlatan bir oyun.

"Bana adaleti sormayın. Çünkü bilmiyorum.

Ama size her şeyi anlatacağım" diyor İlhan Sami Çomak.

Ve öyle de yapıyor. Fakat "Hayata Seni Çok Seviyorum" sadece bir oyun değil. Çünkü bir tutam merakla girdiğiniz oyundan bittiğinde bir yaren edinmiş olarak çıkıyorsunuz. İlhan Sami Çomak'ın yazdığı Kemal Aydoğan yönetmenliğinde Ali Tekbaş ve Gülseven Medar'ın oynadığı oyun izleyenleri sadece İlhan Sami Çomak'ın hayatında gezdirip onu anlatmıyor izlerken kendi çocukluğunuza yolculuk yapıyor, karda yuvarlanıyor, derede ıslanıyorsunuz.

Hiç gitmediğiniz bir coğrafyanın çetinliğini yaşıyor, iki dilli bir hayata doğmanın zorluğunu hissediyorsunuz. (Tabii aynı coğrafyanın insanın değilseniz). Yolculuklara çıkıyor, sınavlara girip çıkıyorsunuz, çocukluğunuza el sallayıp, yeni yetmeliğinizle Çomak'ın yanında yürüyor birlikte vapura biniyorsunuz. 28 yılını hapiste geçiren bir insanın hayatının neşeli anlatılabileceğini düşünmezsiniz değil mi? Oysa tam tersi oluyor. Çomak kendisine yapılan işkenceleri anlattığı sahnede bile gülümsetiyor. Kahkaha atarken birden gözlerinizden yaşlar getiren, boğazınıza kocaman bir yumruk oturtan bir hikâye Hayat Seni Çok Seviyorum.

İki oyuncunun sadece sözlerine, hareketlerine değil bütün bedenlerine İlhan Sami Çomak kaçmış. Onu oynamıyor, onunla birlikte oynuyorlar. Bu arada aslında müzisyen olan iki insanın iyi bir yönetmenle birlikte nasıl şahane bir performans sergilediklerine de tanıklık ediyorsunuz. Son sahnede İlhan Sami'nin kendi sesini duysak bile tüm oyun boyunca onun varlığını, sahnedeki duruşunu, bazen kenardan bakışını görüyorsunuz. 

Oyun bittiğinde kimseden çık çıkmaması, herkesin orada İlhan Sami ile biraz daha kalmak istemesinden olsa gerek. Çünkü girerken tanımadığınız hakkında biraz bilgi sahibi olduğunuz biriyle yaren oluyorsunuz. O tatlı muhabbetin ortasından ayrılmak istemiyorsunuz. Biraz daha "anlat" diyorsunuz içinizden, "biraz daha" yürüyelim… Biraz daha ağlayayım, biraz daha gülelim, biraz daha konuşalım. 

Hayat Seni Çok Seviyorum 18-19 Kasım'da Moda sahnesinde tekrar oynanacak. "Oynanacak" derken bile yanlış mı söylüyorum acaba kaygım iyi bir oyun olmadığı duygusundan değil. Bir hayatı izlediğimden…  Eğer büyük bir maniniz yoksa ve bütün bu ileri teknolojinin ortasında 28 yıldır hapiste olan bir şairler tanışmak, arkadaşlık etmek isterseniz biletinizi gecikmeden alın derim. Hayat dediğimiz şey acıya, karanlığa, adaletsizliğe, yokluğa, yoksunluğa rağmen nasıl sevilirmiş bir görün…

Yazarın Diğer Yazıları

Makul isyandan makus tarih çıkar

Ülkenin batısında bir yerlerde bir yıkım, yangın adaletsizlik olduğunda avazı kadar çıkan sesimiz doğusunda yaşandığında içimize kaçıyorsa hak ve adalet meselesi ile ilgili derin çelişkimiz var demektir...

Sokak güzeldir

Kayboluyoruz… Küçük hesaplarımızla didişirken o büyük bir denizin ortasında kayboluyoruz. Ve bunun için bir fırtına olması da gerekmiyor. Çünkü hayat insanı fırtınadan daha şiddetli savuran bir şey

Neyi seçeceğiz?

Biz 14 Mayıs'ta kimin şampanya patlatıp, kimin namaz kılacağını seçmeyeceğiz; isteyenin şampanya patlatıp, isteyenin dua edeceği, inancı, dili, dini nedeniyle kimsenin ötekileştirilmediği bir ülkede yaşama arzusunu seçeceğiz