"Her hafta bir ders konusu işler gibi hayatlar yaşıyoruz.
Geçen hafta mülteciler konusunu işledik. Bu hafta koronaya yoğunlaştık. Bir anda mülteci meselesi bitti. Sanki kapıyı çekip gittiler...
Orada öyle duruyorlar oysa."
Bu sözler benim değil. Prof. Dr. H. Tarık Şengül Twitter hesabından yazmış. Görünce uzun uzun baktım. Tekrar tekrar okudum. Daldım… Her kelimesine, her harfine... Her kelimenin taşıdığı anlama... Bazen kelimeler kurşundan daha ağır olur. Bir cümle kahrolmaya ya da kahretmeye yeter. Tarık Hoca’nın 219 karakterli toplam 5 cümlesi cümle hayatımızı anlatmaya yetiyor. Her hafta, ders konusu işler gibi hem de ünite bile değil yaşadığımız şeyin adına yaşamak diyoruz.
27 Şubat’ı 28 Şubat’a bağlayan gece 33 asker öldü. Geride 33 askerin çocuğu, sevdalısı, eşi, arkadaşı, annesi, babası ezcümle koskoca boşluğun acısı kaldı. Lakin 33 gün bile sürmedi ne yası, ne kavgası ne konusu. Adlarını sadece tanıyanların bildiği, sevenlerinin resimlerini duvarlara taşıdığı genç ölüler kaldı. Bir daha kimseye dokunamayacak, bir daha kimseye gülümseyemeyecekler. Çocuklarının karnesi görüp sevinemeyecek, tatil planı yapamayacak, geçim derdine düşemeyecek hiçbir şey için "keşke" diyemeyecekler… Azami 3 dakikalık haber bülteninde resmi törenle uğurlandılar ve biz yaşadığımızı anlamadan başka konuya geçtik…
Binlerce mülteci için sınır kapıları açıldı sonra. Çocuk, kadın, yaşlı, genç… Hiçkimsenin hiçbir yerde istemediği, "vatan" dediği yerden birileri kazansın diye ayrılmak zorunda olan çaresi ve çoğu yoksul insanlar için milyon dolarların konuşulduğunu duyduk, gördük. Her birinin benzersiz hikâyesi olan insanlardan rakamdan ibaret bahsedilişine şahitlik ettik.
Binlerce insanın şişme botlardan sağ salim çıkıp çıkamayacağını, sınır kapılarında yaşadığı zulmü, umut tacirliğini, çaresizliği tv kanallarından film izler gibi izlemenin adına "cehennem" değil, yaşamak dedik…
Bir yudum su, bir dilim ekmek için birbirini ezen; soğuğa, yağmura, gaz bombalarına karşı hayata tutunmaya çalışan insanların yoksulluğunu ve çaresizliğini anlamayıp oturduğumuz yerden ahkâm kesmenin adına yaşamak diyoruz.
Sonra "Bize bir şey olmaz", "Buraya gelmez" dediğimiz Koronavirüs ile tanışıverdik. Bir gecede unutuldu İdlib, göçmenler, öldürülen kadınlar, iş cinayetleri…
Bir yanda "abartılıyor" diyenler, öte yanda "ben daha önce söylemiştim"ciler… Bir tarafta işi gücü bırakıp evine kendi konforlu alanına çekilebilenler, öte yanda her ne pahasına olursa olsun çalışmak zorunda olanlar. Bir yanda makarna, mercimek stoku yapmayı anlayamayanlar öte yanda limon kolonyasını fahiş fiyata satanlar.
Makarna stoğu yapmayı anlamayıp İtalya örneği verenlerin ortak özelliği bilgili ya da aydın olmaları değil zengin olmalarıydı. Yoksulluğu bilmiyor olmaları. Limon kolonyasını üç beş katına satanların ortak özelliği aç gözleri ki bu virüsün tedavisi yok!
Önce yoksullar ölür
Belki abartılıyor, belki birkaç gün sonra bitecek. Belki sandığımızdan daha kötü bir hâl alacak. Tek gerçek var önce yoksullar ölecek. Önce bir günde unutuverdiğimiz mülteciler… Çünkü bırakın ellerini yıkayıp, maske takmalarını içecek su bulmakta zorlanıyorlar. Önce yoksullar ölecek çünkü bırakın marketlerden makarna stoklamayı yatacak bir yatağı bile olmayan 70 bin kişi var bu ülkede. Sokakta yaşıyorlar… Önce yoksullar ölecek. Çünkü hep öyle olur… Bütün bu yangın, bütün bu telaş şimdilik virüs zengin ve yoksulu ayırmadığı için… Ya da henüz ayırdığı tam olarak anlaşılamadığı için. Önce yoksullar ölür. İdlib’de de görüldüğü gibi. Çünkü askere onlar gider. Çünkü sınır kapılarından geçmeyi onlar bekler. Çünkü depremde onların evi yıkılır… Çünkü göçük altında onlar kalır. Çünkü iş kazasında onların bedeni parçalanır… Ölüm ayırmaz sanılır ya çok büyük yanılgıdır… Zenginler genellikle ecelleri gelince ölür, yoksullar tesadüfen yaşar…
Hâl böyle iken yoksulların yaşaması devlete bağlıdır. Koruyucu, önleyici sağlık hizmetleri, yeterli konut, iyi beslenme sağlandığında yani adına yaşamak dediğimiz şey yoksullar için de gerçekten yaşamak olduğunda daha az virüsle savaşır ve daha uzun hayatlar yaşayabiliriz.
Agah Aydın şöyle yazmış: "Pek çok enfeksiyon hastalığının ilk konağı vücut direnci düşmüş insanlardır: Sokakta uyuyanlar, göçmenler, yaşlılar, karnını doyuramayan yoksullar. Eğer insanlık ölürse insan da ölür. Corona gider bir başkası gelir. Suriyeliler başını sokacak bir ev bulmadan kimse rahat uyuyamaz."
Tarık Hoca’nın hayat özetine dönecek olursak; "her hafta bir ders konusu" gibi işlediğimiz hayatlardan gerçekten bir ders çıkarmazsak, insanlık ölecek ve biz gene adına "yaşamak" diyeceğiz…
Demeyelim…