Bugün gene Kabataş vapur iskelesi ve gene dışarıda gömlekle oturanlar ve siz “ne zaman kış gelecek” diye soruyorsanız, beklentilerinizin yüksek olmamasını öneririm. Neredeyse Aralık ayındayız, daha havalar Eylül gibi gidiyor.
Dün Türkiye Bilimler Akademisi'nin davetiyle bir konuşma veren UNEP'in eski başkanı Klaus Töpfer'i dinlemeye gittim, hem konuşmaları hem de düşüncelerini sizlerle paylaşmak isterim. Önce UNEP'in ne olduğunu anlatmakla işe başlamak gerekiyor sanırım. UNEP – United Nations Environment Program (Birleşmiş Milletler Çevre Programı), Birleşmiş Milletler'in çevre konularıyla ilgili olarak 1972'de kurduğu bir örgüt. Merkezi diğer BM kuruluşlarının aksine Nairobi, Kenya'da. Kuruluş amacı “global çevreyi” dikkatle izleyerek bir çevre politikası mutabakatı oluşturmak ve oluşan sorunları harekete geçilmesi için devletlerin ve uluslararası toplumun dikkatine sunmak. UNEP Dünya Meteoroloji Örgütü ile birlikte 1988'de Devletlerarası İklim Değişikliği Paneli'ni (IPCC) oluşturan iki kuruluştan bir tanesi. Bu görevleri açısından da dünyada çevre dediğimizde aklımıza ilk gelmesi gereken kuruluş UNEP.
Klaus Töpfer de UNEP'in başında 1998-2006 yılları arasında görev yapmış. Konuşmaya giderken Töpfer’in -benim kadar kötümser olmasa da- dünyada işlerin iyiye gitmediğini ve bu konuda radikal değişiklikler yapılması gerektiğini söyleyeceğini düşünüyordum. Öncelikle bu kadar önemli bir kişi konuştuğunda yüzlerce kişi akın eder diye İTÜ'nün büyük salonlarından biri ayrılmıştı, ama biraz daha dolsun diye beklenmesine rağmen salonun ancak beşte birinden azı doluydu, bu da çevre konusuna ülkemizde gösterilen önemin başta gelen göstergelerinden biri olsa gerek.
Töpfer konuşmasına şu andaki görevinin Almanya'da karbondioksitin nasıl bir kaynak haline dönüştürüleceğini araştıran bir enstitünün başında olduğunu anlatarak başladı. Benim açımdan sanırım konu o noktada kayboldu çünkü bana göre esas amaç atmosfere karbondioksit salımını engellemektir, ama sanırım Töpfer bunun engellenemeyeceğinin artık farkında olarak “bari bu karbondioksiti düzgün bir amaç için kullanalım” yoluna girmişti. Konuşmasının devamını da sürdürülebilir kalkınmaya ve bu kalkınma içinde tedarik zincirinin kapanmasına ayırdı. Bundan da kasıt şu: Eğer üretilen malların kullanım ömürleri sona erdiğinde üreticiye dönmesini ve üreticinin yeni ürünleri bu kullanılmış malların geri dönüşümü ile üretmesini sağlarsak doğadan cok daha fazla hammadde kullanmadan sürdürülebilir kalkınma sağlayabileceğiz. Şimdi pekçoğunuzun “eee, doğru, ne var bunda kızılacak” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, bugünkü paradigma içerisinde bunun hiçbir sakıncası yok, ekonomik büyüme = refah artışı şeklinde pompalanan bir toplum içerisinde yaşıyoruz. Bir çeyrekte büyüme olmasa herşeyin kötü olduğu sanısına kapılıyoruz. Ama benim beklentim, böylesi büyük bir organizasyonun tepesinde yer almış kişilerin biraz da bu paradigmanın artık değişmesi gerektiğini dürüstçe ortaya koyabilmeleriydi.
Belki de artık büyümemiz gerekmiyor, belki de büyüdükçe daha mutlu olmuyoruz, hatta belki de sorunlarımızın temel kaynağı yüzyıllardır sürdürdüğümüz bu sınırsız büyüme. Mesela hepimiz bir çift ayakkabı, iki pantolon ve iki gömlek ile yaşayamaz mıyız? Şart mıdır sırf ucuzluk var diye alışveriş etmek? Hayatımızı reklamlarda gördüklerimizi satın almak yönlendirmese daha mutlu olmaz mıyız? UNEP'in eski başkanı sanırım o şekilde yaşayamayacağımızı ve sonsuza kadar üretim yapmamız gerektiğini düşünüyor. Bu üretimi yapmaya mecbur olduğumuza göre de bari geri dönüşümlü kaynaklara yönelelim diyor. Bu standart paradigmayı görünce dün gece bir dosta “bu beni Yeşiller'e daha yaklaştırdı” dedim, “neden uzaktın ki” dedi. Düşündüm tüm gece “neden uzaktım?” diye. Sanırım ben düne kadar içten içe bizde olmasa da dünyada vizyonu geniş ve bizleri güzel yarınlara götürecek politikacıların var olduğuna inanıyordum. “Herhalde UNEP'in, BM'in, IPCC'nin başındakiler artık bu paradigma ile insanlığın bu dünya üzerinde yaşamalarının mümkün olmadığını görüyor ve çalışmalarını radikal değişiklikler üretme yolunda yapıyorlar” diye düşünüyordum. Bu sebeple de her seçimde gidip oyumu aynı paradigma içinde çalışan partilerden birine veriyordum. Dün gördüm ki, ne kadar radikal olursanız olun, günümüz dünyasında sağ kalan bir politikacı olacaksanız sistemin içerisinde çalışmak zorundasınız. Benimse sorunların bu paradigma içerisinde çözülebileceğine inancım her geçen gün azalıyor. Yeni bir yol, yeni bir duruş gerekiyor bizlere eğer çocuklarımızın torunlarını görmelerini istiyorsak...