Geçen haftadan devam...
Bu yazı ile en başına kadar gidelim, sonra günümüze gelelim istiyorum.
Bugün yeni bir asırda ve tamamen farklı bir dünyada yaşayan Türkiye, başta büyük Atatürk, kurucularının planladığı gibi gelişmedi.
Oysa, bu millet ülkeyi 1923-1938 arası Atatürk döneminde dünyada rastlanmamış bir sürat ile büyütmüş, batmış bir imparatorluktan sadece borç tevarüs etmiş, imparatorluğun en geri, bakımsız ve eğitimsiz ama en güzel coğrafyasında yaşayan halktan sözü dinlenir, ciddiye alınır bir dünya devleti çıkartmıştır.
Bütün bu şaşırtıcı gelişmeler dış dünyadan herhangi bir borç veya yardım olmaksızın alındı. Yegâne ithal edilen "bilgi" idi.
Birinci yazımda TOGG'un detayını anlattım. Son yıllarda, özellikle son 20 yıl (AKP iktidarı) sonunda ülke olarak dibe vurduk. Benim neslimin çoğunun gözü de TOGG'a yerli dendiği için açık gitti, daha da gidecek.
1938-1945 arası tek parti ve Milli Şef dönemi ikinci harbe denk geldi. Ülkenin "siyasi anlayışlarını" değiştirdi ve Demokrat Parti'yi yarattı. Bu dönemde alınan kararların temelinde ABD politikaları vardır. İkinci harp sonrası Avrupa ülkelerine verilen ABD yardımını ifade eden "Marshall Planı"nın ilk parasal yardımı CHP tarafından alınmıştı.
Türkiye (CHP), Boğazlar, Kars ve Ardahan üzerindeki SSCB (Rusya) tarafından uygulanan baskıya karşı koyabilmek için ABD'nin İngiltere'den devraldığı "Avrupa temelli hür dünya liderliğini" ister istemez, pazarlıksız kabul etmiştir. Marshall yardımına hak kazanmış, ancak bunun karşılığında da (muhtemelen, tam bilemiyorum ancak incelenmeli) mesela Batı tarafından bir nevi Kolhoz'a (SSCB'de komünist tarım sistemi) benzetilen Köy Enstitüleri'ni kapatmıştır.
Öte yandan, iç siyasetteki temel değişikliği anlamak için 7 Haziran 1945'te, o dönemin önemli CHP milletvekilleri, Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü'nün meclis grubunda açık olarak görüşülmek üzere verdiği önergedir.
Dört kişi verdiği için Dörtlü Takrir denilen bu itirazın sebeplerini dikkat ile incelemekte fayda vardır.
Daha çok demokrasi isteği olarak gösterilen bu itirazın esas sebebi; Meclis'te "çiftçiyi topraklandırma kanunu"nun (toprak reformu) görüşülme isteği olmuştur.
Toprak sahibi partililer tabii olarak karşı çıktılar. Bunlar arasında büyük arazi sahibi Adnan Menderes ve Fuat Köprülü CHP'den çıkarıldı. Daha sonra Celal Bayar ve Refik Koraltan da aynı fikirde oldukları için istifa ettiler ve aynı yıl Demokrat Parti'yi kurdular.
Bu parti Atatürk tarafından uygulanmaya başlanan sosyal devlet ağırlıklı karma ekonomi yönetiminden "kapitalist, liberal ekonomi" sistemine dönen "sağcı" bir parti idi. Kurulduğu yıl 1946'da katıldığı seçimlerde azınlıkta kalmış, ancak 1950 de yüzde 57 ile hükümet olmuştur. Seçim kazanmasında dini temaların ciddi rol oynadığı söylenebilir.
1947'de Rus tehdidi ile başladığı düşünülen, ABD'nin Türkiye'ye Marshall yardımı kısaca Türkiye'yi tarım ürünleri üreten ve bunun için gerekli bilgi ve makine tesisatını ABD'den alacak olan bir ülke olarak planlamıştı. Üstelik bütün bu alışveriş, Amerika da zaten ömrünü doldurmuş alet makine ile yapılıyordu.
Ülkenin en iyi çalışan teşkilatı Karayolları idi.
1929'da doğrudan Atatürk tarafından (TBMM) Şose ve Köprüler Reisliği olarak kurulmuş, 1950 yılında Karayolları Genel Müdürlüğüne dönüşmüştü. İlk kurucu Genel Müdürü Vecdi Diker idi (inşaat mühendisi İstanbul 1904-1997). Robert Kolej'i ve Amerika'da Missouri Üniversitesi'nin İnşaat Mühendisliği Fakültesi'ni bitirdi. 1936'da Bayındırlık Bakanlığının Su ve Köprüler müdürlüğüne atandı. 1950'de Karayolları Genel Müdürlüğünün kurucuları arasında yer aldı ve ilk genel müdürlüğünü yaptı.
Hayat hikâyesine baktığınız vakit, (ABD menşeili karar mekanizmasının kendisini koyduğu yerden vazgeçip) özel sektöre geçti. Daha sonra Başta Türk Traktör olmak üzere yerli üretime dönüşebilecek fabrikaların (lastik, jeep vs) kuruluşuna ön ayak oldu. Ayrıca, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin kurucularındandır.
Bu insanın hayat hikâyesini incelerseniz, Atatürk'ün çizdiği profilin ne olduğunu anlarsınız. Atatürk kendi sözleri ile dönemi şöyle anlatıyor:
"Endüstrileşmek en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Sanayi fabrikalarına ve maden sanayiine yönelmiş umumi alaka ve teşebbüsü temin edecek çare ve tedbirleri bulmak vazgeçilmez ve hayati ihtiyaçlarımızdandır." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt I, s. 340)
Daha sonraki sözlerinden çare için insan fikriyatı istediğini anlıyoruz. Yani "yerli teknolji" sahibi olan ve üretebilen bireyler.
1950'den itibaren DP'nin uyguladığı kapitalist-liberal sistem, devlet adamının belirli seviyede bilgili olmasını gerektirmedi. DP'nin ilk yıllarındaki yöneticileri ile 1960 ihtilali esnasındaki devlet yöneticilerini karşılaştırdığınız vakit aradaki ciddi fark hemen görülür.
Maalesef Türk insanı bu sistemi "hap yap para kap" şeklinde anlamış. Devlet adamları ise görevlerinin "özel sektörün yaptıklarını kontrol etmek" olduğunu sanmışlardır. Arada birkaç yıl Ecevit sayesinde "sosyal devlet" biraz hatırlanmış; ancak sonunda "pazar ekonomisine" dönülmüştür.
Bugün AKP iktidarında bu fenomenin şahikasına ermiş vaziyetteyiz. Ülkedeki devlete ait sanayi tesislerinin hemen hepsi satılmıştır. Mesela bir pilot yıllarca tarım bakanlığı yapmış ve Türk tarımına pek de faydalı olamamıştır. Bir su ürünleri genel müdürü Balık yerine "su hayvanları" demeyi tercih etmiştir. Bu liyakat problemi büyüyerek devam ediyor.
Konumuz olan otomobile gelince, Osmanlıda, zatülhareke denen otomobil, Sultan Abdülhamit tarafından "kendisine suikast yapılır" endişesi ile yasaklanmıştı.
Ülkemizde otomobil endüstrisi, hatta otomobilin kendisi hemen Cumhuriyet ile birlikte Karaköy rıhtımında kurulan bir "montaj hattında" Amerika'dan yollanan 1925 model FORD otomobiller ile başlar. (SKD -Semi Knocked Down/yarı demonte; montajı kolay) otomobiller ülkenin ilk gümrüksüz sahasında monte ediliyordu.)
Bütün bu sistemi kuran ve yürüten, kadim dostum Mahir Ülkem'in dedesi Mahir Safi Numan bu işletmenin müdürü idi.
Bütün hikâyeyi Mahir'in rahmetli annesinden, birinci ağızdan dinlemiştim. O günün devlet adamları (başta Atatürk) "yaparak öğrenelim" mantığı ile taptaze Cumhuriyeti zorlayarak İstanbul'un göbeğinde bu fabrikayı kurdurmuştu. Müdür Mahir Sufi beyin ömrü Sanayi yaymak için seyahatlerde geçmiş, sonunda Verem olarak genç yaşında ölmüştü.
Yani ülkemizde ilk otomobil montajı 1925 de yani bundan tam 99 yıl önce başlamıştı. FORD 1929'da başlayan büyük ekonomik buhran sonucu fabrikayı kapatmak zorunda kalmıştı. Daha sonra Vehbi Koç ile ortak bir Fabrika (OTOSAN) kurmuş; ve bugün Avrupa'da bir numara olmuştur.
Bundan sonra Devrim'e kadar geçen 36 yılda birkaç teşebbüs olmuş ancak kayda değer bir gelişme yaşanmamıştı. Bunlardan sadece Tuzla Jeep fabrikası hatırlanabilir. Bir de Nobel adı verilen bir küçük otomobil.
Sonunda; 1961'de Devrim otomobili kelimenin tam manası ile ilk yerli otomobil olarak tarihte yerini aldı. Devrim otomobilleri ile birebir ilişkimi geçen haftaki yazıda anlatmıştım.
Bugün yerli ve milli diye lanse edilen TOGG, ilk montaj Ford'dan 99 yıl, sahici yerli otomobil Devrim'den 62 yıl, ilk yerli montaj otomobil Anadol'dan ise tam 57 yıl sonra, yine tamamen aynı usul ile üretiliyor olması hüzün verici.
Günümüze üçüncü bölümde geleceğim.