Geçen yazım 11 Kasım'da çıktı. Bazı yakın dostlarım, "Senden bir Atatürk yazısı beklerdik" diye hayıflandılar. Halbuki 10 Ekim'den beri "10 Kasım'da ne yazarım?" diye hayıflanıp duruyordum.
Ben Atatürk'ü görenler, hatta onunla konuşanlar, onun silah arkadaşı olanlar tarafından yetiştirildim. Dedem Miralay Halit Aruoba Atatürk ile aynı yıl doğmuştu (1881).
İstanbul Teknik Üniversitesi (Mühendishane-i Berri-i Hümayun) mezunu bir topçu subayı idi. Saraylı bir ailenin evladı idi. Çanakkale müdafaası sırasında Anadolu yakasında Kumkale tabyasında 150 mm. çakılı top kumandanı olarak görev yapmış, Miralay Mustafa Kemal ile sık sık görüşmüş idi.
Düşman gemilerinin 7 saatte 1000 mermi attıklarını, siperde kafalarını kaldıramadan bütün gün beklediklerini anlatırdı. Sağ elinin baş parmağı yoktu. Babaannem (topa sıkıştırmış) diye anlatır. Dedem ise tevazu için olsa gerek "Dolama çıktı!" derdi.
Babam, Ankara'da harbiye talebesi iken Ankara Palas'ta Atatürk'ün birkaç arkadaşı ile onu masasına davet ettiğini, sohbet ettiklerini ve rakı ısmarladığını anlatırdı.
Bu adam sadece 57 yaşında muhtemelen bizimle (Türk milleti) ile uğraşmaktan hasta oldu ve öldü.
Ankara kolejinde okurken bizde öğrenci olan, diplomat çocuğu Iraklı bir arkadaşın anlattıklarını dinler, Atatürk'ün çapını öyle anlardık. Atatürk'ün öldüğü yıllarda Irak'ta hayatın nasıl olduğunu şaşkınlık ile dinlerdik. Bağdat ile Ankara'da 1950'lerde yaşanmak olan hayatın farkı koltuklarımızı kabartırdı. Oysa, 40 yıl önce Irak şehirleri ile Anadolu şehirleri arasında hiçbir fark yoktu. Benim yaşadığım Ankara ise her bakımdan düzgün bir Avrupa Başkenti idi.
Benim neslime nesil jargonunda Baby Boomers deniyor. Bu daha ziyade Batı dünyasının tanımıdır. İkinci harpten sonra (Neden olduğu tam izah edilemez; ancak büyük harplerden 20 yıl civarı öncesi dünyada erkek nüfus çoğalıyor. Kimine göre ilahi bir mekanizma nüfus işlerini ayarlıyor. Bu tip işlere pek aklım ermiyor. UFO (Unidentified Flying Object/tanımlanamayan uçan cisim- gibi bu da Unidentified Information/tanımlanamayan bilgi!)
Biz İkinci Harp'ten hemen sonra doğan kuşağız. 1945-1965 arası dünyada bir "doğum patlaması" yaşandı. Onun için Baby Boomers (Bebek Patlayanlar?) deniliyor. Birinci ve İkinci Cihan Harplerinde doğrudan veya dolaylı 300 milyon insan öldü.
Harpler bitmiş, aynı dönemde yaşanan 1929 büyük ekonomik bunalımı da geçiştirilmiş. Dünya 1940'lı yılların ortasında istikbale daha ümitle bakar olmuştu. Uzmanların dediğine göre işte bu sebep ile bir "bebek doğumu patlaması" yaşandı. Belki de UI'dan dolayı!?
Atatürk ve reformları sayesinde, bu kuşağın ülkemizdeki iz düşümü, İkinci Harp'e girmemiş olmamıza karşın Batı dünyası ile hemen aynı şekilde oldu. Yokluklardan çıkma gayreti, parayı çok dikkatli harcama, birlik olmanın önemi, dostluk, kardeşlik, kısaca "vatan, millet, Sakarya!"
Bu durum çok partili siyasi hayatımızın getirdiği kadrolarda pek de aynı algılanmadı. Belki de o güne kadar "7 düvel ile ortak bir padişahın bendeleri" idiler! Birden bir baktılar iktidar olmuşlar.
Amerika'dan gelen her türlü(!) yardım ile, 1950'lere kadarki Atatürk dönemindeki "sanayileşme", "yerli malı üretme" anlayışı yavaş yavaş "kişisel daha iyi yaşama" isteğine dönmeğe başladı. Osmanlı'dan beri Anadolu'da fink atan Amerikalılar İstiklal Savaşı ile birlikte Atatürk'ün başına birikmişler, ancak Atatürk hep "bir kol boyu mesafe" korumasını bilmişti.
1950'li yıllarda ben ilkokula giderken Ankara'da gerekli gereksiz her yol genişliyor, asfaltlanıyor; bu işleri yapan müteahhitin çocukları Cabrio (tenteli) son model Cadillac ile geziyordu!
Şeker kuyruğu sabit gelirli için vardı ama, lüks tüketim malları parası olana vardı. İthalat keşfedilmiş, bürokrasi döviz harcanmasına mani olmaya çalışıyor, siyasiler ile ters düşüyorlar idi.
PX'lerden çıkan (Sadece Amerikalılara Amerikan malı satması gereken(!) askeri süper marketler) blue jeanler, çikletler, Malboro'lar, Loaferler satan yüzlerce Türk dükkanı vardı. Ankara'nın en işlek ve merkezi caddelerinden İzmir caddesinde dizi dizi "Amerikan mağazası" vardı. Sümerbank mallarına burun kıvrılmağa başlanmıştı.
Ancak, bizim gibi bazı gençler, hâlâ "yerli ve milli" sözcüğü ediyor; okulumuz da "Yerli Malı Haftası" kutluyorduk.
Bugün geriye dönüp rakamlar ile baktığımız vakit, Atatürk'ün ölümünden önce ve hemen sonra (1924-1950 arası) altyapı ve temel ihtiyaçlara ait ne varsa çoğunluğunun o döneme ait olduğunu görüyoruz. "Öncelik" açısından milli üretim hedefti.
(Ekonomist olmayan!) Atatürk'ün "karma ekonomi" sistemi Anadolu'yu inanılmaz kısa sürede kalkındırmış; başta Köy Enstitüleri, sosyal reformlar ile Anadolu halkı birkaç yüzyıl ileri gitmişti.
Atatürk'ün ekonomi yönetimini "çağdışı" bulanlar önce "İzmir İktisat Kongresi söylevini" okusunlar, sonra da Çin'i 30 yılda dünya birincisi yapan ekonomik sistemi incelesinler.
Demokrat parti ile birlikte bu manada bir kafa karışıklığı başladı. İşte bu kafa karışıklığı halen devam ediyor.
Çok partili dönemdeki anlayış ve yakın dostumuz ABD sayesinde iktidarlar "yapmaları gerekeni yapmadıkları için" başarılı olamıyorlar. Burası Japonya olmadığı (!) için de kendi kabahatlerini örtecek bir bahane (bazen suçlu) arıyor.
Bizimki gibi yeteri kadar tahsilli olmayan bir toplumda asırlardır yapıldığı gibi en kolay iş, kendininkilerden "daha farklı bir dönem olan" Atatürk dönemini suçlamak.
Açıkça Atatürk'ü hedef almaya cesaret edemedikleri için; reformları, dönemin ilerici ve doğru din anlayışını, Atatürk'ün etrafında beraber çalışanları suçluyorlar.
Bugün, adamın biri, Atatürk'ün harf devrimini kültür kaybı ve bilimden uzaklaşmak olarak lanse etmeğe çalışıyor. Kim bu adam diye bakıyorsun? Hiç kimse…
Peki kim bu Atatürk?..
Benim kişisel olarak "suyun üstünden" Atatürk hakkında değerlendirme yapma haddim değil.
Sahici "değer" global ölçüler ile bulunabilir. Şimdi Sayın Nureddin Nebati veya Sayın Mustafa Varank kendilerini mesela Hollanda ya da Belçika sanayi ya da maliye bakanı olarak görebiliyorlarsa bu çok değerlidir. Ancak, bu durumun izah edilebilir parametreler ile global olmasa da en azında bahsi geçen ülkelerde kabul görmesi gerekir.
Prof. Arnold Ludvig ünlü bir Amerikalı psikiyatri profesörü. Bilimsel açıdan "liderlik" olgusunu tarihsel gelişim içinde hayvanlardan; özellikle gorillerin, "sürü başı", "alfa" olması olgusunu incelemiş. Buradan hareket ile bu defa aynı araştırmayı insanlığa hedeflemiş.
Tarihsel "liderlik" gelişimini "baş yönetici", İmparator, Kral, Sezar ile başlatıp sonunda 1900 yılından 2000 yılına kadar dünyanın yaşadığı en karmaşık ve en son asrın da tüm dünyada yönetimde olan 2 bin lider hakkında 18 yıl süren bir araştırma yapmış.
Gorillerde başlayıp insanlarda sona eren araştırmada gerek anadan babadan tevarüs eden gerek insanoğlunun kişiliğinde bulunan farklılıkları ve liderlik vasıflarını, "topluma faydalı ve zararlı" olmak üzere 200 kriterde tespit etmiş. Bu kriterlere göre puan alabilen 377 insan ile kısa liste oluşmuş.
Bu 31 puanı da PGS (political greatness scale/siyasi üstünlük ölçütü) olarak tanımlanmış. Tam puanın 31 olduğu bu "son yüzyılda dünyanın en üstünleri" skalasında mesela Abdülhamit 12 puan almış. Nehru 25, Castro 23, Lenin 28, Hitler 25, Churchill 22, Golda Meir 12, Kennedy 15, İnönü 13 puan almış.
Bu skalanın en tepesinde 31 puan alabilen bir tek lider var Mustafa Kemal Atatürk. Ayrıca insanlık tarihinde din ile devleti ayıran ilk ve tek lider de o.
Prof. Arnold'un çalışmasında bu 377 liderden sadece 5'i kadın. O zaman bir ekleme de ben yapayım: Bu liderler arasında kadını ve haklarını öne çıkartan tek lider de yine o.
Onu en tepeye taşıyan "dağın kralı" yapan da "başarılı vizyonerliği" olmuş.
Vizyon da nedir? Ulaşılması gereken hedefler, çok, planlı, ve inat ile çalışma, sonuçtaki büyük hedefe ulaşmak için ara hedefler saptama.
Kısaca vizyon gerçekleştirilmesi için çalışılan bir hayaldir.
Şimdi böylesine son yüzyılda milletimize vuran bir piyango olarak kabul edilmesi gereken bir ulu şahsiyetin ölüm yıldönümünde, etrafta birçok onu küçültmeğe gayret edenler varken, ben ne yazaydım? "Atam, sen kalk da ben yatam" mı? O daha önce defalarca söylendi.
Başta Nurzen Amuran, sevgili kadim dostlarım; beni içeri mi attıracaksınız! (Şaka şaka…)