İstanbul
Ben Bodrum’da yaşarım. Büyük şehirlere işim olunca giderim. Son 4-5 yıldır şehirlerde hayat zor yaşanır hale geldi. Geçim zor, insanlar yıllardır alıştıkları hayatı yaşayamıyorlar. Bu duygu Bodrum’da çok daha belirgin, çünkü genel manada ülkemizin diğer şehirlerine nazaran zamanın daha yavaş aktığı daha asude bir şehir idi. Artık değil.
İstanbul’un benim hatırlayabildiğim zamanlarında, 1950’lerde, nüfus 1 milyon civarında idi. Nereden çıktı ise “taşı toprağı altın” lafı ile birden bütün Anadolu İstanbul’a doldu. Belki de yüzyıllardır ya yasaklı ya da gitmesi çok zor olduğu için.
Üstelik -mesela- Kayseri’den gelen nüfus, o şehrin eliti, iyi yetişmişi, görgülüsü olmadı; işsiz güçsüz cahil takımı “seni yeneceğim İstanbul” diye dünyanın en önemli inci tanelerinden biri olan İstanbul’a doluştular. Bambaşka bir kültür, ahlak anlayışı, bilgi seviyesi, dünya ile ilişki kurma isteği ve becerisi İstanbul’a hâkim oldu.
Ancak ulus devlet olmanın bir avantajı da vatandaşların serbest dolaşımı idi. Atatürk’ün Cumhuriyet’i bunu sağladı.
1955 6-7 Eylül olayları (O dönemlerde iktidar olanların (DP) bu olayların hazırlığını görmezden geldiği iddia edilir) ile artık bu “yeni İstanbullular” tamamen ortaya çıktılar. Bazıları giderek zenginleştiler, çocuklarını okuttular, ancak yine de önemli kısmı 3000 yıllık bu şehrin kültürüne tam uyum sağlayamadılar.
Şehirde her köşe başında “Sivaslılar kahvesi”, “Erzincanlılar dayanışma derneği” vs. hâlâ vardır.
Ancak Sivas’ta bir “İstanbullular” derneği hiç duymadım. Dışardan bakıldığı vakit, İstanbul insanın gözüne binaları, sarayları, camileri, park ve bahçeleri, yalıları, ahşap köşkleri, Şişli apartmanları, ada vapurları ile görünür. Taşradan (Taşra kelimesinin sözlük anlamı ''merkezden uzakta olan''dır. Ancak, bizde daha düşük kültürlü manasına da kullanılır.) gelen biri için çok etkileyici bir manzaradır.
Ancak ilk bakışta görülmeyen başka bir olgu daha vardı bu kadim şehirde. Bu şehrin insanları.
Bunlara alışılmış tarzda kısaca “İstanbullu” denmiştir.
İlk İstanbullular, bugünkü Sarayburnu, Aksaray’da şehri kuranlar (Pelapones yarımadası, Megara şehrinden gelen) “Megara’lılardır.”
Aynı dönemde Anadolu’da onlarca farklı kavim ve dil vardı. Bunlar Kafkas orijinli bir halktı. Farklı bir dil kullanıyorlardı. Şehre kralları Byzas’ın adını verdiler.
Bizans, M.S. 4. yüzyıla kadar, bin yıl, kendi içinde bir kültür yarattı. Hristiyanlığın büyümesi için ebeveynlik, beşiklik yaptı.
Daha sonra Roma İmparatoru Constantin tarafından zapt edildi ve Doğu Roma başkenti olarak ilan edildi. Artık farklı kültürleri, farklı dini inançları ile birtakım Avrupalılar da “İstanbullu” olmuştu.
“Doğu Roma kültürü katkısı” oluşmaya başladığı vakit, tarih sahnesine bizimkiler de girdiler.
Türkler ilk devletleri olan Hun İmparatorluğu, Göktürk imparatorluğu kurmuşlar, Altay Dağları’ndan Baltık Denizi’ne kadar geniş alanı asırlarca kontrol etmişlerdi. M.S. 4-11 yüzyıl arası kültürel, siyasi ve iklimsel sebepler ile Batı’ya göç başlamış, sonunda Anadolu topraklarına varmış ve İlk Anadolu-Türk devleti Selçuklular 1031’de, Doğu Roma-Bizans toprakları üzerinde kurulmuştur. Bu duruma müdahale için Bizans Kralı Romen Diyojen kumandasındaki 200 bin kişilik Doğu Roma ordusu ile 1071 de Malazgirt Ovası’na gelen 50 bin kişilik Türk (Selçuklu) ordusu karşılaştı.
Üstün bir savaş tekniğine sahip olan Türkler galip geldi.
1299’da Bilecik-Söğüt’teki Osman Bey’in “Osmanlı Devleti”ni kurması ile küçük torunu 2. Mehmet sadece 150 yıl sonra “Constantinopolis” i resmen alıyor ve Roma İmparatorluğu tarih sayfasından siliniyordu.
Ancak Konstantiniye’de kültürel olarak pek öyle olmadı. Türkler İstanbul’a gelip gidiyorlar, ticaret yapıyorlar, ancak Osmanlı’da seyahat etmek izne bağlı idi. Bir vilayetten diğerine gitmek için ‘‘murür tezkeresi’’ (bir nevi pasaport) almadan yola çıkamazlardı. Maksat, iç göçü, özellikle de İstanbul'un nüfusunun artmasını önlemekti.
Tarih incelendiği vakit, görülür ki Osmanlı kendisini hiçbir zaman “Türk” görmemiş ve nitelememiştir. Ancak bu tuhaf ya da yüksünecek bir şey değildi. Daha ortada Jean-Jacques Rousseau yoktur ve ulus devlet olgusu Fransız ihtilalini bekleyecektir.
Osmanoğulları da çağdaşları imparatorluklar gibi (Batı/Avrupa, Çin, Japon, Hindistan, İsveç vs.) kendi dünyalarını yönetmekte ve kendilerine de “Osmanlı” demektedirler. Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren padişah unvanlarına bir de “Diyar-ı Rum Yöneticisi”, Kayser-i Rum eklenmiş, yani roma imparatoru oldukları İlan edilmiştir.
1’inci Cihan Harbi’ne gelindiğinde artık İstanbul tam bir “Kadim dünya kentidir.” Türk (daha doğrusu Müslüman nüfus çoğunluktadır; ancak bu insanlar yönetim ve devlet işleri ile meşgullerdir. Rum, Ermeni, Yahudi İstanbullular ticaret, sanayi işleri ile meşguller ve kendi dinlerinin farklı olduğunu pek kale almazlar.
İşte bu “özel İstanbul kültürü” her konuda değil ama, çoğu konuda Anadolu insanı ile “tabii olarak” farklılık gösteriyor idi.
Bütün bu sürede daha çok bir Balkan, Doğu Avrupa, Kuzey Afrika imparatorluğu olan Osmanlı, Anadolu insanını sadece asker ve rençber olarak görmüş, imparatorluğun esas temelini bu insanların oluşturduğunu görmek istememiştir.
Sebebini tarihçiler araştırmalı. Yorumlayacak kadar bilgim yok.
Büyük Atatürk ile çok eski bir insan topluluğu yepyeni, çağdaş bir ulus devlet kurmuştur. Bu devletin kurulmasında artık Osmanlı’ya Roma kültür ve devlet idaresini getiren “Sarı Mihallere-MikhaeKosses”e ihtiyaç yoktur. Yetişmiş Türk milleti vardır. Ancak kültür İstanbul kültürüdür.
Büyük başkumandan ve devlet adamı yönetiminde genç Türkiye Cumhuriyeti harikalar yaratır, endüstriler kurar, müthiş bireyler yetiştirir, dünyanın en saygın ülkelerinden biri haline gelir.
Daha sonraki dönem ise 1950’de Amerika bize “yardım etmeye ve demokrasi getirmeye!” başlayınca, işler karışır.
Birdenbire, daha önceki “İstanbullu” anlayışımız (İstanbul efendisi deyimini unutmayın!) olan birlik ve beraberlik; yerini çıplak kapitalizmin, yani paranın, başarının yerini aldığı dönem başlar.
Kapitali olmayan bir kapitalizm de “yasal” olarak uygulanamaz.
İşte bu “yeni İstanbullular” sayesinde 1955’ten bu tarafa kültür kaybı yaşıyoruz, her işte paranın pis kokusu var.
İstanbul’a 1960’lı yıllarda başlayan hücum hiçbir şekilde önlenmeye çalışılmadı. Siyasi iktidarlar, “Neler neler yaptık. Neredeeeen nereye!” mantığı ile ne tabiat bıraktı ne düzgün insan ilişkileri.
O zamanların en moda kavgası İstanbul’a köprü yapılması idi.
Kadim dostum eski DPT uzmanı Güngör Uras, köprüye karşı çıktığını şöyle anlatırdı "O yıllarda plancılar, İstanbul’un 'Nazım Planı’nın bir an önce yapılması için çaba gösteriyorlardı.
Uzmanları: “İstanbul’un Nazım Planı yapılmadan, köprü yapılır ise, çarpık yapılaşma gelişir. Önlenemez. Anadolu yakası yatakhane, Avrupa yakası işyeri olur. İnsanlar sabah uyanır. Anadolu yakasındaki işyerine gitmek için köprüden geçer. Akşam, uyumak için gene köprüden geçerek Anadolu yakasına döner. Böyle bir trafiğe bir köprü yetmez. Köprüler birbirini doğurur.” Şimdilerde “kanal” konuşuyoruz!
Sevgili Güngör hocamın dediği bugün çıktı mı?
Bunları düşünürken, Bodrum’da bir dükkândan içeri girmekte idim.
Köşede esmer bir delikanlı oturuyor; elindeki telefon ile oynuyor. Biraz durdum, telefonu bırakmaya niyeti yok… “Oğlum müşteri geldi! Görmüyor musun!!” diye seslenince kafasını kaldırıp “He” dedi.
-Nerelisin sen?
-Suriye!
-Yuvarlak ne demek biliyor musun?
-Yok!..
İçeri gidiyor daha yaşlıca bir Suriyeliyi çağırıyor… Gelen Suriyelinin sağ işaret parmağı 2’nci boğumuna kadar burnuna sokmuş, karıştırıyor... Dükkândan çıkıyorum…
Yalıkavak’tan komşum varlıklı bir Özbek ailesi, dört yıldır Bodrum’a yerleşmişler, yaşamlarını burada kurmuşlar. Çocuklar zaten içine yetiştikleri “Türk” kültürünü bir de Türkçe okul okuyarak geliştiriyorlardı.
Burada çalışıp bir T.C. vatandaşının potansiyel işini çalmaya çalışmıyorlar, tam tersi ülkeye döviz getiriyorlardı.
Ankara’dan bir yazı gelmiş, “10 gün içinde ülkeyi terk et” diyorlar.
Yardım istediler. Özbekler bile ülkede ne ve neden olup bittiğini pek anlamıyorlardı.
Kaymakamlıkta bu durumun ne olduğunu konuşmak istemiştim. Yardımcı olmaya gayret ettiler ancak kimse yetkili değil. Bir genelge söz konusu imiş.
Her iş gibi bu iş de Ankara’da çözülecek. Hani bütün dünya, “Yönetimde desantralizasyon/ademi merkeziyetçilik” uygulamasına 1800’lerde başladı, biz 200 yıl sonra “tek adam rejimi” kurduk ya; ondan.
Benim aklımda kalan, Asya’da 2 bin yıl beraber yaşadığımız “TURKİK” lisan konuşan kültür birliğimiz olan ülkelerden biri de Özbekistan. Boyuna ekonomi, kültür, kızıl elma, turan filan gibi şeyler konuşuyor, 5 yıldızlı otellerde konferanslar yapıyor, fiyakalı kuşe kağıtlarına “Türk Cumhuriyetleri” dokümanları bastırıyoruz. Bunlara ucuz IHA, SIHA satıyoruz. Üniversite hocalarımız nasıl daha yakın ilişkiler kurabiliriz diye çalışıyor, raporlar veriyorlar.
Öte yandan bodrumda burnunu karıştırarak para kazanan Suriyelinin memleketine birkaç yıl önce ordu ile gidip camisinde namaz kılmaya kalkıyorduk? Kardeşim bu taşralı davranışları bırakın yahu. 22 yıldır yönetimdesiniz artık. Murür teskerelerini siz veriyorsunuz; size birileri vermiyor…