1950-60'ların filmlerinde Hüseyin Baradan, başında orta mektep şapkası, boynunda eski bir kravatın yanında asılı değnekçi düdüğü, sağ eli ile pala-bıyıklarının uçlarını bükerken yarım ağızla, "Bana bak köftehor, sen İstanbul şoförü ne demek biliyor musun? İcabında doktor, icabında ebe, icabında baba olacaksın. Arnavut kaldırımında müşteriyi sarsmayacaksın asfaltta korkutmayacaksın, daha öğrenecek çok şeyin var!"
Fonda Taksim gezisinin ağaçları görünür, sıralanmış rengarenk iriyarı Amerikan arabaları kapılarının üzerindeki siyah-beyaz damaları ile taksi olarak belirirdi. Şavrole’ler, Doç’lar, Desoto’lar, Pleymut'lar...
O yıllarda tüm memlekette 40-50 bin motorlu araç vardı. Bunun yarısı otomobil olsa, 25 bin otomobil; yarısı da İstanbul’da olsa 12-13 bin otomobil. Nüfus yaklaşık 1 milyon; yani 1000 kişiye 13 otomobil!!! Türkiye çapında düşünürsek yaklaşık 25 milyon nüfusa 25 bin otomobil; 1000 kişiye 1 otomobil.
50 yılda ne olmuşuz diye bakarsak, 2000 yılında nüfusumuz 63 milyon olurken, binek otomobili sayımız 4.5 milyon olmuş. 1000 kişiye 72 otomobil… İstanbul özelinde ise 10 milyon nüfusa karşın 2 milyon otomobil; yani 1000 kişiye 200 otomobil... İstanbul nüfusu 10 misli artarken, otomobil sayısı 65 misli artmış.. Çok ciddi ve çok başarılı rakamlar…
O dönemlerde tüm otomobillere taksi denirdi. Eskiden kalma bir alışkanlık, çünkü tüm otomobillerin kullanılması tamamen otomobilin sahibi ile ilgili bir şeydi. İstanbullular işlerinin dışında -akşamları filan- “taksi yapar” (İngilizce; “taşıma karşılığı alınan ücret” -tax-vergi) para kazanırdı. Ehliyeti belediye verir, bu aynı zamanda adı konmamış 'taksi lisansı' demek olurdu. Yani 'devlet' daha bu işte 'para' olduğunu pek anlayamamıştı. Malum; devlet biraz geç anlar; ama bir de anladı mı!!!
'İstanbul şoförü' deyiminin bir kompliman olmasının sebebi bu olsa gerek. Yani sosyal olarak bir otomobil alabilecek kişiler, yani bizzat otomobil sahipleri 'taksi yaparlardı'.
Bu insanların sosyo-ekonomik olarak bugünün taksi şoförleri ile alakası yok... Daha yüksek bir sınıfın insanları. En azından mali olanak olarak; kuvvetli, veya ciddi bir “sermaye” teslim edilebilen insanlar…
'Batımızda' ise taksi şoförü olmak öyle kolay bir iş değildir. Mesela Londra'da şoför olmak için aylarca bir scooterin üstünde sokakları gezip, her yeri ezberlemeniz gerekir.
Hangi sinemada hangi film oynuyor; bileceksiniz... Yani bir nevi turist rehberi denilebilir. Ancak bir imtihandan sonra lisans alabilirsiniz. Almanız gereken kurslar arasında ilk yardım ve “ebelik!” te var.
Paris'te taksiler Citroen veya Peugeot'nun en büyük tiplerinden oluşur. Almanya'da ise kocaman station veya Vito Mercedes'ler taksidir. Yunanistan'da da Mercedes taksiler vardır. Amerika ve Canada'da ancak altı gün süren “kaza önleyici sürücü kursu” görüp imtihanı kazananlar taksi şoförü olabilir. Bizdeki gibi kızına ehliyet hediye eden babalar pek yoktur oralarda…
Batıda, “şoför’ün taksi yaptığı şehri adım adım bildiğini kanıtlamasının yanı sıra bu işin otomobil kullanma değil bir “meslek” olduğunun bilincinde olması lazım. Bu ülkelerde “taksi plakası” diye bir olgu yok.
“Taksi Lisansı” var. Yani “taksi” olarak merkezi otoritelerin dikkate aldığı bir “vasıta” değil. Bir “insan”. Bir meslek. Ülkemizde “UBER” denilen sistem de bu yüzden birden bire kabul gördü.
Medeni bir hizmet alıyorsunuz, çoğu kez “sarı taksiden de ucuz.” Kullanılan otomobiller son derece rahat, geniş. Genellikle otomobilin sahibi de o taksinin şoförü. Yani 1950’lerdeki gibi…
Sarı taksi ise tam bir içler acısı. Çoğunluk en ucuz B/C segmenti 2. el bir “aile otomobili” taksi. Yani en çok 3 kişi binebilir. Bagajınız varsa, unutun çünkü bagajda gaz tüpü var. New York, Londra, Paris, Berlin’nin vs. 'taksi standartında' şoför hariç en az dört kişilik 'yer' gerekiyor. 'Yer' tarifinde ise genişliğin en az 50 cm., arka koltuk-ön koltuk arası mesafenin en az 40 cm. olması lazım. Bu konuda en önemli araştırmacılardan biri de Ohia Üniversitesi Otomotiv Araştırmaları Bölümü Başkanı Prof. Necip Berme, yani bir Türk.
'Doğumuzda' ise durum bizden de kötü. İran'da otoyolun tersinden giden 'Peykan' taksiler sıklıktadır. “Kadın taksileri” ise biraz daha iyi.
Kuzey Afrika'da Tutankamon zamanından kalma Peugeot 404'ler tavanlarına da yolcu alarak hizmet görürler. Afganistan, Pakistan ve Hindistan'da triportörler taksidir. Bu kıtada kimi ülkede de '1. insan güçlü' taksiler vardır. Yani çift tekerlekli iki kişilik bir arabaya kendini koşmuş 'taksi insanlar'.
Çin'de -bizim kuşlara benzer- taksilerin üstüne bir Londra şirketi aracılığı ile reklam vermek mümkün. Japonya'da resim hemen değişir ve kendinizi New York ile Berlin karışımı bir atmosferde bulursunuz. Kocaman tertemiz taksiler, papyonlu kadın şoförler, deri koltuk, klima vs vs...
Papyon deyince aklıma hep 12 Eylül sonrası Ankara Belediye Başkanlığı yapan paşa gelir. Nasıl taksi şoförleri birden sinekkaydı tıraşlı ve kravatlı olmuştu?
Allah’tan (!) sonra demokrasi geldi de, sigaradan tuvalet gibi kokan, koltukları kirden deri halini almış, yerde gazeteler, sonuna kadar açık radyoda arabesklerin çalındığı, 'şoför ne zaman bizi dövecek!' diye beklediğiniz 'kuş' taksiler tüm şehirleri ele geçirmeye başladı. Galiba bir tek İzmir bu bakımdan biraz farklı. O güzel şehirde yaşadığım günlerde sıklık ile kullandığım taksilerden biri Şükriye Hanım’ın taksisi idi. Dünya meseleleri konuşurduk!..
15 yıl evvel Radikal gazetesinde bir “Taksi” yazısı yazmış, bunun içinde İstanbul Şoförler Odası Başkanı Semih Bey ile bunları konuşmuştuk.
"İnsan kalitesi problemimiz olduğu doğrudur. İstanbul'daki esnaf arkadaşların hepsi aynı(!) değil" diyordu.
Ferhan Şensoy'un 'Ferhangi Şeyler' oyununu hatırlıyorum. "Taksi çevirdim, Galatasaray'a çek kardeşim!" Şoför, "Nereye düşüyor bu saray abi?" "Bu nerenin taksisi kardeşim?" "Bolu Yeşil Abant taksi abi."
O yıl Semih Bey bana çözüm “taksi durağı” demişti. Ne pis olabilir, ne terbiyesiz. Çünkü yeri bellidir. İstanbul Belediyesi bu konuda çalışma başlatmış. Taksi duraklarının düzenlenmesi, taksilerin elektronik ortamda izlenmesi, güvenlik, konfor, temizlik gibi parametrelerin belirlenmesi, yeni taksiler için teşvik ve finansman, eğitim ve mesleki standartların saptanması... Geliştirilmekte olan taksi modelleri üzerinde de incelemeler yapılıyormuş. Biz Semih Başkan ile konuşurken telefon çalıyor. Kadıköy'deki bir taksi durağı arıyor. Belediye duraklarını kapatmış! Fellini filmi gibi...
Bu yazıyı buralarda bir yerde sonlandırmak üzere iken, İstanbul Belediye Reisi adayı, eski belediyeci, sayın Meclis Başkanımız da bir ara kendisinin de bir “taksi plakası” aldığını söyleyince, yazıyı uzatmaya ve daha derine inmeye karar verdim.
Hem biraz mevzuat inceleyeceğim, yakın zamanda neler olmuş, Semih Bey’den bu yana konu 15 yılda ne kadar gelişmiş anlamaya çalışacağım.
Bundan sonraki 2. taksi yazısı da, bunun gibi öncelik ile seçilecek İstanbul Belediye Başkanımız dikkatine olacak…