12 Aralık 2019

Çılgın Kanal İstanbul

Yüzlerce asırda oluşmuş hassas denge bozulacak...

Aslında bu yazı yerli otomobil, TOBB ve Başkan Rifat Hisarcıklıoğlu olacakken birden bire gündeme gelmesi üzerine termik santraller ve balık çiftlikleri olacaktı; ancak tam bu konular üstünde çalışırken bu defa daha büyük ölçüde Kanal İstanbul gündeme düştü.

Benim de bu konuda belki de sonucu etkileyecek tecrübe ve bilgilerim olduğu için zamanında müdahale açısından bu yazıyı 'araya sıkıştırıyorum'.

Bu yazı bilimsel değil; kimilerinin yaptığı gibi 'anti-iktidar' bir yazı da değil. Hatta ben 'yenilikçi kafalı' ve 'inovatif-yenilikçi' düşünce sahibi birisi olduğum için bana çok hoş bir düşünce gibi bile geliyor.

Ama başta oşinograflar olmak üzere, fizikçiler, yer bilimcilerin bu yazdıklarımı değerlendirmesini çok isterim.

Benim konularım genelinde endüstri özelinde otomotiv. Ancak 1950’li yıllardan itibaren dede çiftliğinin bulunduğu Karamürsel’de 'fabrika önü' plajında 'Havaian sling (Hawai sapanı)' ile kefal vurduğum yıllardan bugüne kadar (yarım asırdan fazla) deniz ile ilgili işler yapar ve dalarım.

O dönemde ülkede maske, palet, su altı tüfeği yoktu. Suya dalarken ağzınıza biraz zeytinyağı alır, balık karartısı görünce, yağı yavaşça göz boşluğunuza püskürtür ve cam görevi gören yağ tabakası sayesinde deniz altını görürdünüz.

Paletler ise kıl testeresi ile kontraplaktan kesilir ve ayağa sapan lastiği (hurda otomobil iç lastiğinden kesme!) ile bağlanırdı. Hawaii sapanı ise iyi tıraşlanmış uzun ve düzgün bir dut dalını dokuma fabrikası makarasından geçirip kenarına bağlı sapan lastiği ile balığa doğru atarak kullanılırdı. Eğer vurursanız yaralı balık önde, siz arkada epey yüzerdiniz.

O dönemdeki primitif aletlerden başlayarak, 1970’li yıllarda aziz ve kadim rahmetli dostlarım Dr. Zare Magar,  Emre Omur ve Erkan Ayral ile birlikte kendi cep denizaltımızı yapmaya kadar geniş bir yelpazede su altı dalgıçlığı yaptım.

İstanbul Boğazı'nda epeyce dalmışlığım vardır. Kimi zaman 80 metrede yatan Yahudi gemisinde bulunduğu söylenen altınlar için, kimi zaman da gemi seyr-ü seferine mani olan bir batığın kaptan mahallinin kopartılması gayesi ile. Bazen de bir balığın peşinde…

Buradaki dalmalarım neticesinde genel ve özel olarak şu bilgilere sahip oldum:

İstanbul Boğazı kıvrımlı yapısıyla yaklaşık 17 deniz mili (31 km) uzunluğundadır. Ortalama derinliği 60 metre, en derin yeri 90 metre civarındadır. Derinliğin sahile doğru azalmasına rağmen bazı yerlerde tam kıyıda bile 35 metreyi bulabilmektedir.

Burada yüzey ve dip akıntısı olmak üzere iki tip akıntı vardır. Karadeniz, büyük Avrupa ve Asya nehirler (Tuna, Dinyeper, Dinyester, Kızılırmak vs.) ile beslenmektedir ve sularının tek çıkış yeri İstanbul Boğazı’dır. Akdeniz kadar da buharlaşma olmaz. Karadeniz’in su yüksekliği değişken olmak ile beraber Marmara’dan ortalama 40 cm daha yüksektir. Bu yüzden Marmara Denizi’ne doğru sürekli bir akıntı vardır.

Kuzeyden güneye doğru, yüzeyden akan bu akıntı, ortalama 3-4 knot hızındadır ama kuzeyli rüzgârların (Poyraz) sert esmesi sonucunda veya yağışların yoğun olduğu durumlarda 7-8 knot hızına kadar ulaşabilmektedir.

Tatlı sular ile beslenen Karadeniz sularının özgül ağırlığı binde 18 civarındadır. Ege denizinin kuzeyinde tuzluluk oranı binde 33 güneyinde ise binde 37 seviyesindedir. Akdeniz’in tuzluluk oranı da binde 33 ila binde 39 arasındadır. Bu 4 denizin birleşmesinden oluşan Marmara ise, derinliğe göre binde 23 ile binde 30 arasında değişir. 

Bu dört deniz de İstanbul boğazında bir araya gelirler ama orada birbirlerine karışamazlar. En az tuzlu (yani en hafif olan) Karadeniz suyu Boğaz'ın en üstteki 20-30 metre katmanını oluşturur.

Boğaz'da dalış esnasında ortalama 25 metrenin altında birden etraf aydınlanır ısınır ve Akdeniz-Ege suyu başlar.

Öyle derinlikler vardır ki iki palet atıp dibe inerseniz Karadeniz’e doğru, birkaç palet yukarı atarsanız bu defa tam tersi, güneye Marmara’ya doğru sürüklenmeye başlarsınız.

İstanbul Boğazı’nda Karadeniz’den gelen suların debisi, Karadeniz’e dipten giden suların debisinin yaklaşık 2,5 katıdır.

Bu sular, Çanakkale Boğazı'nı da geçerek Akdeniz’e ulaşırken; Marmara’nın da derinlerinden Karadeniz’i bulan Akdeniz suları ta Cebelitarık'tan (Gibraltar) giren Atlas okyanusu ile beslenir.

Yani bu durumda İstanbul Boğazı'ndaki su hareketleri ile sadece Akdeniz değil, Atlas okyanusu da etkilenebilir.

Şimdi bütün bu bilgileri aklımızda tutarak Çılgın Proje'ye çok basit bir açıdan bir bakalım.

İstanbul Boğazı, 'yukarısı'ndan (Karadeniz) 40 cm daha yüksek olduğu için, yüzeyden 25 metreye kadar olan derinlikte bir 'ana musluk' gibi akıyor.

25 metreden başlayıp 60 metreye derinlikte de 'yukarıya' (Karadeniz’e) akan Akdeniz, Ege, Marmara suları var.

Karadeniz’den gelen 2,5 litre tuzsuz suya karşın, alttan Karadeniz’e giren 1 litre tuzlu su var.  

Çılgın Kanal ise 25 metre derinlikte planlanmış; açılınca 'ana musluk' yanına 'bir musluk daha' koymuş olacaksınız ama bu 'musluğun' altı 25 metrede bittiği için Karadeniz’e Marmara suyu giremeyecek.

Yani 'su değişimindeki' 2.5/1 oran bozulacak.

Yani, yüzlerce asırda oluşmuş bu hassas denge bozulacak.

Yani Kanal da 60 metre olsa belki bir şey olmaz?

Ben buraya kadar hayal edebildim. Bundan sonra ne olur? Başta dediğim gibi ilim adamları bu noktadan itibaren hesaplar yapsınlar bize söylesinler uygulayalım.

Ben şimdi bir yandan Yatağan Termik Santrali yöneticilerinin niye baca filtresi takmadıklarını öğrenmeğe ve onların da sesi olmaya çalışırken, balık çiftlikleri nasıl daha faydalı olabilir onu araştıracağım. TOBB, TOGG ve Sayın Hisarcıklıoğlu için İtalyan babadan olma yerli otomobil açıklanınca yazacağım.   

Yazarın Diğer Yazıları

Kükreyen fare Selçuk Pehlivanoğlu

Benim ve benim gibi birinci nesil Atatürkçü olan Türklerin, Yusuf Tekin'i anlaması ve muhatap alması olası değil... Ancak, bizi kolejli Selçuk ilgilendiriyor. Onu yeni tıraş olmuş, Fransız kravatları ile sarayda eğitim politikası geliştirirken görmek istemiyoruz

Pehlivanoğlu, Nasuh Mahruki, elektronik seçim…

İktidar elektronik seçime geçmek için vereceği parayı emekliye (bana!!!) versin. Millet var olan sistemi beğeniyor. Bir de parmak boyası getirilirse daha memnun olacağız. Lütfen icat çıkarmayın…

Monşer Umar ile diyalog (3): Tarikatlar…

Büyükelçi Suha Umar: Devlet yönetmek, şirket yönetmeye benzemiyor... Bizim iş adamlarımızda da bu duygu var, devlet yönetmenin ayrı bir iş olduğunu anlamak istemiyorlar. Para kazanmak için şirket kuruyor, işlerini bu temele oturtuyor.

"
"