14 Ağustos 2001'de Recep Tayyip Erdoğan genel başkanlığında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) seçimlere ilk defa 3 Kasım 2002'de girdi ve 363 milletvekili ile iktidar oldu.
O tarihten itibaren, önce tamamen "vatandaş" odaklı söylem ve eylemleri ve bu yöndeki başarılı "algı operasyonları ile" 2017'ye kadar girdiği seçimleri ve referandumları kazandı.
16 Nisan 2017'de yürürlükteki parlamenter sistemi kaldırarak yerine başkanlık sisteminin getirdi. Ülkeyi kuran TBMM karar ve uygulamaları içeren Anayasayı da değiştirerek uygulanması nerede ise imkânsız bir "tuhaf rejimi" vatandaşa kabul ettirdi. Başbakanlık makamının kaldırılması, meclisteki vekil sayısını 550'den 600'e çıkarılması gibi değişiklikleri içeren referanduma katılanların yüzde 51,41'i "evet" diyerek kabul etti.
Bu seçimlerin hepsinde AKP ve Sayın Erdoğan, katılanların ekseriyeti ile seçildi.
Ancak, en hayati konularda hiçbir zaman toplam seçmen çoğunluğunun ekseriyetini kazanmadı. Mesela, yukarıda sözünü ettiğim en önemli seçim olan 2017 referandumunda, "yeni yönetim usulüne",toplam 58.291.898 seçmenin, sadece 48.936.604'i geçerli oy verdi. Oyların 25.157.462'si evet çıktı; 33.134.436 seçmen onaylamadı.
Şimdi bazı okurlarımın bana "demokraside seçim usulü" hatırlattıklarını duyar gibiyim. Doğru, demokratik usullere göre böyle bir itiraz yapılamayacağını ve bu referandum sonuçlarının geçerli olduğunu ben de biliyorum. Bana ümit veriyor.
Yazdıklarım politik değil; tamamen yönetim bilimi ile ilgili.
Her türlü bilim önce "ampirik" görüş ile başlar. Yönetim de öyle... İnsan oğlunun bir arada yaşamaya başladığından bu yana yöneten ve yönetilen olmuştur. Devlet anlayışı Platon'dan bu yana sürekli gelişmiştir. "Millet" anlayışı ile modernleşmiş; Fransız ihtilali ile asil ya da asil taklidi yapan yöneticilerden kurtulunmuş, halkın kendisini yönetmesi ilkesi etrafında çeşitli süreçlerde farklı metotlar denenmiştir.
Tek tanrılı dinlerin yayılması ile din devleti kuran Doğu Roma gibi, Vatikan gibi, Emeviler gibi yönetim deneyleri denenmiştir.
Atalarımız, yepyeni bir ülke için, üstelik bunu dünyanın en çalkantılı günlerinde, batmakta olan bir imparatorluk halkını kurtarmak ve çağdaşlaşmak için 13 Aralık 1876'da çağdaş yönetim (1'inci Meşrutiyet ve Meclisi Mebusan) kurarak; "millet meclisi ile yönetim" anlayışını getirdiler.
Bu gayret ve başarının karşılığı, büyük büyük torunları tarafından 140 yıl sonra kaldırılıp, 180 derece geriye "tek adam idaresine" dönmek bu kadar kolay olmamalı idi.
1876'da başlayan bu "temel yönetim değişikliği" saltanat denilen "bir aile ve yandaşları yönetimini" kaldırmaya gayret eden, halkın seçtiği vekiller aracılığı ile katıldığı ilk gayret idi.
Osmanlı İmparatorluğu tarih defterinden silindikten sonra, bir taraftan "işgal ve Millî Mücadele dönemi' problemleri yaşanırken yepyeni bir devletin kurucu unsurları tespit edilmeye başlandı.
Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi kararları, Sivas Kongresi karar ve nizamnamesi ile Misak-ı Milli gibi dört aşamada titizlikle çizilerek bir Temsilciler Kurulu oluşturuldu.
Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı Celaleddin Arif Bey'in önderliğindeki bu kurul, 2 Nisan 1920 günü Ankara İstasyonunda Mustafa Kemal Paşa'nın da arasında bulunduğu kalabalık bir topluluk tarafından karşılandı. Temsilciler Kurulu'nun son tebliği 22 Nisan 1920 günü böylece yayımlandı. Tebliğe göre "Nisanın 23'üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından o günden sonra bütün mülki ve askeri makamların ve bütün ulusun başvuracağı en yüce kat adı geçen Meclis olacaktır." denilerek yasama ve yürütme erkinin kime verildiği ilk defa o gün ifade edildi.
Çalışmalarına ara vermeden devam eden Meclis 20 Ocak 1921'de bir anayasa niteliğinde olan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nu kabul etti.
O gün ilan edilen bu Anayasa, Orta Asya'dan 1200'lere, daha sonra 700 yıllık bir dünya imparatorluğu kurulması ve yönetimi esnasında edinilen tecrübeleri, değişmekte olan dünya halklarının istekleri ve son olarak da "kurtuluş savaşı" veren bir ulusun yakın tarihte edindiği tecrübeleri taşıyor idi.
Daha sonra bu anayasalar ileri süreçlerde ve yeni tecrübeler ile değiştirildi, yenilendi, gençleşti. 100 yıl daha geçti. Temel uğraşı, ihtilal anayasalarında bile "vatandaş" önceliği için yapıldı. Ayrıca, "tarih boyunca yönetim biliminin gelişmesi ilkeleri" hiç unutulmadı.
Birdenbire "140 yıllık bilgi ve tecrübeden daha ileri bilgilere sahip olduğunu sanan bir grup vatandaş, bir şekilde sadece 140 değil, binlerce yıl geri gitmeyi kabul ettirdiler.
Ben samimiyet ile bu "tek adam rejimi"ne öncelikle AKP içinde itirazlar olacağını düşünüyordum. Oldu, ancak yetmedi.
Bizimkiler kadar atasözü belki de hiçbir millette yoktur. Aynı şekilde bunların hiç dinlenmediği, kaale alınmadığı, umursanmadığı bir başka millet de muhtemelen yoktur.
Rize'deki "çay mitingi" üzerine yazacağım.
TDK'ye ve başka sözlüklere göre "Takke düştü, kel göründü!" hakikatin eninde sonunda ortaya çıkacağını anlatır. "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker" atasözü, dikkatsizce veya düşüncesizce yapılan hataların sonuçlarının kişi tarafından doğrudan yaşanacağını belirtiliyor.
Bu durumlarda hataların bedeli genellikle daha fazla çaba, emek ve zorluklarla ödenir. Kişi, hatalarından ders çıkararak ve daha dikkatli olarak ilerlemelidir. Bu atasözleri, kişisel sorumluluk almanın önemini vurgular ve hataların bedelinin birey tarafından ödenmesi gerektiğini ifade eder.
Yukarıda sözünü ettiğim seçim ve referandumlarda AKP ve Sayın Erdoğan'a oy vermede ülkede en baştaki vilayetlerden biri Rize'dir ve yüzde 80 oy oranı ile AKP'yi desteklemişler.
Yani, bugün takke yerde, pek akıllılık edememişler. Çay yürüyüşü yapıyorlar.
Hükümet ya da devlet yöneticisi seçimlerinde seçmen öncelikle kendi menfaatini kollayarak oy verir. Burada Trabzonspor ya da Fenerbahçe taraftarı gibi "sempati", "tutku", "kendini ait hissetme", "aynı dine mensup olma" gibi "duygusal" kararlar ile seçim yapılmaz.
"Bu siyasi görüşü iktidara getirsem, benim için ne yapar?" diye düşünerek parti seçilir, oy verilir.
AKP, iktidara geldikten kısa bir müddet sonra zaten "serbest pazar ekonomisine" inanan bir yönetim olduğunu söyledi. Ancak onlara yüzde 80 veren Rizeli seçmen tam anlamadı galiba.
"Serbest pazar", kapitalist yani sermayeden yana olan bir siyasi görüşün temel uygulamasıdır. Kapitalin büyümesi, çoğalması öncelik ile "kapital sahibine" fayda getirir. Devletler de böylelikle ülkelerindeki her türlü iş yerinin fazlalaşmasının vatandaşa iş ve aş verebileceğini düşünür. Kapitalin azalmasına ya da az kâr etmesine sebep teknoloji için yeni yatırım ve işçiliktir. Bunun karşı düşüncesi Komünizm uygulamasıdır. Bu uygulamada kişi sermayesi yerine devlet sermayesi öncelikli olacaktır. Yani insanlar işyerlerindeki "sermayenin" (fabrika, çiftlik vs.) birer küçük ortağı olacaklar, böylece "hakça paylaşım" olacaktır. Bu düşüncenin insan tabiatına aykırı olduğu anlaşılmış ve vazgeçilmiş; Berlin duvarı yıkılmıştır.
Bir üçüncü sistem daha vardır.
Bu ülkenin kurucusu büyük Atatürk, bugün "Ben ekonomistim" diyen, yarım eksik kitaplardan veya menfaatperest danışmanlardan öğrendikleri ile karar verenlerden olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Atamızın ve daha sonra gelen başarılı başarısız devlet ve siyaset adamlarının bizzat yaşayarak deneyerek öğrendikleri, sadece "ekonomik sistem" ile değil, gençlerin yetişmesi, adaletin mülkün temeli yapılması, dış politikada yanar döner olmayan politikaları ile 2002'ye varmıştı.
Atatürk'ün iktisadî anlayışı en genel haliyle; özel girişime dayalı ama özel girişimin yeterli olmadığı alanlarda devlet sermayesinin kullanılarak ulusal ekonominin canlandırması yönünde idi. Bunun başarılabilmesi için Türkiye'nin tüm bakanlıkları "deve dişi" gibi politikacılar ve memurlar ile doldurulmuştu. (Hani bugün birileri "monşerler" diyor ya, işte onlardan.)
Bu, yabancı sermayeye karşı olmayan ancak bunun da ulusal çıkar çerçevesinde değerlendirildiği bir ekonomik politika anlayışıdır. Panik içinde dolar bulmak için sağ sola hiç koşuşulmamıştır.
Bu konuda daha evrensel bir şeyler öğrenmek isteyenler, Çin'in son 20 yılda "neredeeen nereye!" geldiğini araştırsınlar. Çin devlet adamlarının Atatürk için ne dediğini öğrensinler.
Şimdi Rizeli kardeşler; yüzde 80 oy verdiğiniz AKP yönetimi tek adam rejimine geçtikten sonra çayı üretene değil, aracıya yani sermayeye destek verdi. Soğanda, ette sütte aynı şey yapılmadı mı? Bu ayıp veya beklenmeyen değil, zaten yıllardır söylemiyor mu? Oyu sen bilerek verdin!
Türk Lirası hesabı yaparsan, Çaykur seni alt eder. Sen yaşadığın dünyayı dolar ile hesap et. Ülkemizde tek adam rejiminde önce (2019) çayını 2.09 dolara satıyordun. Bugün 1.69 dolara satıyorsun.
O tarihte emeklin 390 dolar kazanıyordu. Bugün 310 dolar kazanıyor. O tarihlerde eve ortalama 30 TL'ye et alıyordun… Bugünü söylemeye dilim varmıyor. Hani bir hemşerin "Verin bu kardeşinize oyu, görün..." diyordu. Gördünüz mü?